Web Toolbar by Wibiya Uyandırıcı / Şokçu: Ocak 2013

Güncellemeler


İlluminati Konusunda Yeni Olan Arkadaşlara : Düşmanımızı Tanıyalım- İlluminatiye Giriş Yazısından Başlayarak Son Yazıya Doğru Okumasını Öneririm


Son Yazımız - Ülkemiz Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Dinler Arası Diyalog Tehlikesi Volume I



Önemli => İlluminati'nin Yeni Oyunu ACTA

"Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçla, diğeri borçla." (John Adams)


Amacımız "Onların" nasıl düşündüklerini bilmenizdir

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ülkemiz Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Dinler Arası Diyalog Tehlikesi Volume II


Merhabalar arkadaşlar. Yazıma başlamadan önce Luksemburg'dan bahsetmek istiyorum. Nazi Almanyasını anlatan bir belgeselde Hitler'in karşılaştığı sürprizler bölümünde bu Lüksemburg'a da yer verilmiş, resmen Hitler'e küçük sürprizler hazırlamış bizim Lüksemburglular.

 O dönemi biraz gözümüzün önüne getirdiğimizde deli cesareti gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Bir yandan İngiltere bir yandan Rusya bir yandan da ABD ile savaşan ve hepsine de yeten dönemin belki de en büyük silah gücüne sahip Nazi Almanya'sına tüm dünya devletleri birer birer teslim olurken bu bizim ufak tefek Lüksemburg ya istiklal ya ölüm dercesine karşı çıkıyorlar.

Sonuç mu? Hitler bu Lüksemburgluları dağıtıp süpersonik silahlarını bu Lüksemburglular üzerinde deniyor. Benim gözümde Lüksemburg en çok saygıyı hak eden ülkelerin başında gelmekte. Saygı dediğimiz şey ülkemizde pek yok. Eğer seviyorsan, senin gibi düşünüyorsa saygı duyarsın ama yok eğer benim gibi düşünmüyorsa dünyayı kurtarsa da saygı duymam zihniyeti hakim ülkemizde ne yazık ki!


Yanlış bir zihniyet! Ben ne kadar sevmesem de eğer bir kişi insanlık için bir çivi çakmışsa bile ona saygı duyarım. Şimdi yazımıza geri dönelim.


Bir önceki yazımızda bu konuya hakkında biraz bilgi vermiş ve siyonistlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları karanlık oyunlara giriş yapmıştık. Önceki yazımızı okumayan arkadaşlara taşların iyice yerine oturması için okumasını öneririm => Ülkemiz Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Dinler Arası Diyalog Tehlikesi Volume I


Bu yazımızda ise ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunlara  özellikle de son 40 yılımızda gelişen olaylara değinip sonraki yazımızda ise  "New Age" olarak adlandırılan deccalin dinini müslümanlara yedirme çalışması olan "Dinler arası diyalog" oyununa ve bilinçli yada bilinçsiz bir şekilde hizmet edenlere aklımız yettiğince ve klavyemiz döndüğünce değinmeye çalışacağız.


Bu yazımızı okurken ideolojinizi ve siyasi düşüncelerinizi bir kenara bırakıp, oynanan oyunlara dar kalıplardan değil de geniş açıdan bakmanızı öneriyorum.

Osmanlı devletinin çöküş dönemi olarak adlandırıldığı dönemde Osmanlı Devleti'nin başına belki de dünyanın son 200 yılda gelmiş en büyük siyasi dehası  geçiyordu. II. Abdülhamit





Şimdi "Atam dururken bu adamda kim oluyor!!11" diyen arkadaşlarımız olacaktır tabi ki. Yazıma başlarken de belirttiğim gibi ideolojinizi ve siyasi görüşlerinizi bir kenara bırakın yoksa oyunu anlayamazsınız.


Atatürk de Abdulhamit gibi siyonizme savaş açıyor ama 1937 yılından sonra oluyor tabi. 1937 yılına kadar "al gülüm ver gülüm" havasında geçiyor ilişkiler. Zaten lozan görüşmelerinde gerekli teminatların verilmesi şartıyla bir ülkenin kurulacağını belirtiyor bu siyonist güçler. O şartlardan biri de ne olursa olsun asla dışarıyla ilgilenilmeyecek ve yalnızca kabuğuna çekilmiş bir devlet politikası izlenilmesiydi. Öyle de oluyor zaten; "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözünün anlamı, bize karışmadıktan sonra bizde size karışmayızdır.


1937 yılında bu siyonistlerin bir yahudi devleti kurma hedeflerinin olduğunu anlayan Mustafa Kemal, siyonizme savaş açıyor ve 1 sene sonrasında da öldürülüyor. Atatürk'ün ölümünü daha önceki yazılarımızda da işlediğimiz için üzerinde pek durmayacağım.


Atatürk'ün 1 sene bile baş edemediği siyonizmle II. Abdulhamit tam tamına 33 sene savaşıyor ve bir karış toprak bile kaybetmiyor.

II. Abdulhamit tahta geçtiğinde Osmanlı'nın borcu çok büyük meblağlara ulaşmıştı. II.Abdülhamid elinden geldiğince borç almamaya çalışarak ve elinden geldiğince de borçları azaltmıştır ama ne var ki   II. Abdulhamit'i tahttan indirip ülke yönetimini ele alan İttihad ve Terakki ise bu borcu 400 milyon altına çıkarmıştı. Üstelik ülkeyi bozuk para gibi harcamışlardı. Yalan yazan tarihimizde ise II. Abdulhamit kızıl sultan, ittihad ve terakkiciler de kurtarıcı olarak geçmekte.


Osmanlının borçlarını belgeleriyle görmek için buyrun 

Şimdi diyebilirsiniz ki "Bize ne Osmanlı'nın borcundan." Evet haklısınız ama alacaklılar banane ve sanane ile alacaklarından vazgeçecek adamlar değil. For example : Rothschild ailesi (Merkez Bankamızın %15'i ingilizlere aittir ve İngiliz Merkez Bankası da Rothschild ailesinin kontrolü altındadır. Kafanda bir şeyler oluşmaya başlamıştır umarım)


Günümüzde dünyanın en pahalı benzinini ve en yüksek vergisini ödüyorsan bunun 1 numaralı sebebi İtithat ve terakkicilerin yaptıkları hatalar ve zevk-i sefa  ile yaşayıp yaptıkları yüksek harcamalardır çünkü biz lozanda Osmanlı'nın bir çok alacağını ve tazminatlarını red edip, borçlarını kabul ettik. Lozan'ın gizli maddeleri açıklansın o zaman  vatanın nasıl satıldığını ve ne imtiyazların verildiğini göreceksiniz.


II. Abdülhamid'in siyonizm ile olan savaşından Atatürk de etkilenmiştir çünkü ulu hakan Abdulhamit 1904 yılında Mustafa Kemal'i hapse attırmıştır. Olay ise şöyle gerçekleşmekteydi ; Siyonistlere nefes aldırmayan II. Abdulhamid gizli bir örgütün orduda yuvalandığını ve Jön Türkler olarak adlandırılan kene takımının propagandasının yapıldığını öğrenince, ordudaki gizli örgüt üyelerinin hepsinin hapse atılmasını emretmiştir ve o gizli örgüt üyeleri arasında daha toy bir yüzbaşı olan Mustafa Kemal de vardı.


Abdülhamid Mustafa Kemal'i affediyor ama başarılı bir öğrenim döneminden sonra hak ettiği Makedonya'ya değil, Jön Türkler'den uzak olması ve cezasız kalmasın diye Şam'a gönderilmesini emretmiştir.


Atatürk'ün de üye olduğu gizli örgütlenme muhtemelen masonluktur. Bu konu hakkında  3 seçenek var.

Birinci seçenek; Evet, Atatürk Masondu.

Delillere bakacak olursak ;



Masonik Nizam Duruşu







Özellikle de batı kaynakları Atatürk'ü mason kabul ederler








Bu işaretin anlamını bilmeyen bir adam "bak elini kalbine götürmüş" der ama masonlar bu tür işaretlerle "birader" olduklarını birbirlerine belli ederler. Günümüzde bu işaret artık fonksiyonunu yitirdi diyebiliriz çünkü masonluk gizli değil açık yapılıyor hatta halka açık toplantıları bile mevcut. Öyle ki,  bu nizam duruşunu Erdal Bakkal da bile görmek mümkün. Şimdi Atatürk'ün mason olması neyi değiştirecek ki?





İkinci seçenek; Atatürk'ün verdiği o pozların masonlukla bir ilgisi yok. Aslında Bilge Kağan duruşuydu.

Atatürk'ün elini kalbine götürmüş pozlarının belki de masonlukla hiç alakası bile yoktur. Çünkü bu duruş aynı zamanda Bilge Kağan duruşudur. Yani Türklüğün sembol duruşudur. Atatürk'ü anlamak gerçekten çok zor hele ki günümüzde bilgilerin bu kadar çarpıtıldığı bir dönemde.


Oktan Keleş ağabeyimin "Türk Tarihini Bilen, Atatürk'ü Bilir" yazısını okumanızı öneririm. Oktan Ağabeyim yine her zaman ki gibi kimselerin göremediği açılardan olayı görmüş ve benim gibi cahillerin de kafalarındaki sorulara yanıtlar nitelikte bir yazı yazmış.

Üçüncü seçenek; Atatürk o pozları o dönemin askerleri tarafından ekol olan Napolyon pozu olması yada İkinci Abdülhamid gibi masonlara "ben de sizdenim" imajı verip onları kullanmak istemesi.


Napolyon meşhur pozu ile









Lenin


Stalin


Nette bunun gibi o dönem birçok ünlünün aynı şekilde verdiği poza denk gelirsiniz. Neyse biz devam edelim;


Cemal Granda Atatürk'ün Uşağı idim adlı hatıratında, Atatürk, bir İzmir gezisinde söz Masonluktan açılınca herkesi şaşkına çeviren bir hatırasını anlatmıştır;


‘Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…’

Muhtemelen Atatürk'ün bahsettiği bu dönem sultan II. Abdulhamid'in Atatürk'ü hapse attırdı dönem olabilir.

II. Abdülhamid öyle bir istihbarat teşkilatı kurmuştu ki, ülkede ne olsa haberi oluyordu. Halil Paşa o istihbarat teşkilatından şöyle bahsediyor;


"Abdülhamid Han'ın öyle bir istihbarat teşkilatı vardı ki; O, bizim evde okuduğumuz derginin adını bile anında öğrenebiliyordu. Dünyada böyle bir istihbarat teşkilatı kurabilen bir lider daha yoktur."

                                                                                                                    Halil Paşa Hatıraları


Şimdi Atatürk ile ilgili araştırma yaptığınızda 2 tür yazıya rastlarsınız. Birincisine göre dünyadaki herkes yaşama hakkını Atatürk'e borçludur, hatta ve hatta -haşa- Allah'ın bile Atatürk'e borçlu olduğunu söyleyen yazılar vardır. İkincisi ise göre Atatürk bu vatan için hiç birşey yapmamış, yalnızca adam asmış, heykel dikmiş ve içki içmiştir.


Bana göre ikisi de yanlıştır. Şimdi neden böyle olduğuna gelecek olursak; sebebi birilerinin Atatürk'ü tanrı gibi göstererek, Atatürk'ün adını ve görüşlerini maske olarak kullanıp, bundan çıkar elde etmesidir.Böyle insanlar olur mu demeyin, bal gibi de olur. Allah'ı bile kullananlar var Atatürk'ü mü kullanmayacak bu vicdansızlar?


Atatürk'ün bir tanrı değil, bizim gibi etten kemikten bir insan olduğunu anlatmalı ve tanrısallaştırmamamız gerektiğini anlamalıyız. Atatürk fareden, dişçiden korkan aynı zamanda gülen, ağlayan ve türkü söyleyen bir insandır. Hataları da vardır elbette. Yanlış anlaşılmasın ben Kemalist falan değilim, bazı arkadaşlar antikemalist olduğumu da söylerler. Dediğim gibi Atatürk son derece zeki, başarılı ve ileri görüşlü bir liderdir ama Atatürk'ün adını kullanıp bundan çıkar elde edenler de az değil hani. O yüzden önerim önce anadolu insanına bakışını inceleyin eğer anadolu insanına yukarıdan bakıp aşağılıyorsa Atatürk ile alakası yoktur. Atatürkçüyüm diyorsa da bu bir maskedir.





Atatürk türkü söylerken

Atatürk salıncakta sallanırken






Atatürk'ün dini inancı hakkında geçtiğimiz yazılarımızda deist olduğuna inandığımızı söylemiştik. Bunun için birçok delil gösterebilirim. Mesala Mustafa filmi yüzünden birçok eleştiriye maruz kalan Can Dündar "Elhamdülillah Laikiz" başlıklı yazısında da belirttiği gibi Kazım Karabekir'e "Herşeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız" ve bir ingiliz yazara da "Benim bir dinim yok. Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum" dediğini görmekteyiz.


 Bu ingiliz yazar Andrew Mango'dur ve Atatürk adlı kitabının 3.baskısının 532. sayfasında bu cümleyi görmekteyiz.

Can Dündar'ın 1995 yılında yazdığı "Elhamdülillah Laikiz" yazısı

Atatürk içinde sabetayist olduğu söylenir şöyle ki; Atatürk'ü koruma kanunundan dolayı Atatürk'e değilde  eşi Latife Hanım için sabetayist olduğunu söylerler. Şimdi ne var ki bunda diyecek olabilirsiniz ama şöyle bir durum var ki sabetayistler sabetayist olmayana kız vermezler. Şimdi kafanızda şimşek çakmıştır umarım.

Peki bunu diyenler kim? Hani şu bizim ulusalcıların ölümüne savundukları Yalçın Küçük ve Soner Yalçın!!

Yalçın Küçük hani PKK ve Ergenekon diye adlandırılan örgütün beyin takımındaki adamdan bahsediyorum.









Günümüz ulusalcılarının ulusalcılığını yiyeyim sırf körü körüne muhalefet yapmak için dağdaki kandırılmışlara gaz veren bir haini kahraman ilan ettiler. Her gördüğünüz ve duyduğunuza inanmayın biraz araştırın da rezil olmayın bari.

İşte kahraman ilan edilen Yalçın Küçük'ün apo ve yandaşlarına verdiği gazın vidoesu

Yalçın Küçük kitabında Apo itini Atatürk'e benzetiyor.

Soner Yalçın'dan bashsetmeyeceğim bile.


Neyse biz devam edelim.


Anti-Siyonistler genellikle siyonist oyunları  başarılı bir şekilde geri püskürtmesinden dolayı II. Abdülhamid'i kendilerine örnek alırlar aynı şekilde siyonistler de siyonistleri tek çatı altında toplayıp tek bir güç şeklinde dünyadaki en etkin lobi faaliyetini başlatan Theodor Herzl'i kendilerine yol gösterici kabul ederler.


Theodor Herzl







Peki kimdir bu Theodor Herzl?


Avrupa'da yaşayan yahudiler hristiyanlar tarafından sevilmezdi bunun nedeni ise Hz.İsa'nın çarmıha gerilmesinin sebebi olarak yahudileri görmeleridir.  Hristiyanlar tarafından sevilmeyen yahudiler, köylerde de barınamadılar çünkü köy halkının az olmasından ötürü halk birbirini tanıyor ve yahudilerden alışveriş yapmamaya özen gösteriyordu. Şehirlere göç eden yahudiler orada yine daha rahat olsalar da bir türlü dışlanmaktan kurtulamadılar ve memurluk, askerliğe de alınmadıkları için yalnızca tahsil ve ticaret seçenekleri kalmıştı. Antikacılık ve seyyahlıkta çok büyük bir ilerleme sağlayarak bu alanları hakimiyetleri altına aldılar ancak yine de kendilerini tehlikede hissettiklerinden paralarını  gayrimenkul gibi yerlere yatırmayarak hızlıca kaçmak için yanlarında taşıdılar.


Yahudiler yanlarında taşıdıkları paranın gücünü sanayi devriminde fark ettiler. Sanayinin 3 temel ihtiyacı vardı. Bunlar; Ham madde, pazar ve finanstır. Sanayiciler ham madde ve pazar konusunda sıkıntı yaşamasalar da finans konusunda sıkıntıya girdiler ve sıcak parayı elinde bulunduran yahudilerin kapısını çaldılar. Yahudiler yüksek faiz oranlarıyla bu sanayicilere borç verdiler. "Tevrat'ta faiz haram değil mi?" diyecek arkadaşlara cevaben o 10 kural yalnızca yahudiler arasında geçerlidir. Biz yahudi olmayanlar ise onların inancına göre hayvanlarız ve kısaca bize "goyim" derler.


Yahudilerin bir diğer avantajı ise dağınık yaşamalarıydı. Bir yahudi Londra'da ise bir diğeri Madrid'deydi. Farklı ülkelerde bulunan yahudiler beynelmilel paslaşarak o ülkelerin ithalat ve ihracat yollarını tekellerine alıp zenginliklerini çok büyük boyutlara ulaştırdılar.


Paris'te genç bir muhabir olan Theodor Herzl, Avrupa'daki yahudilerin durumunu incelerken aslında yahudilerin ne kadar etkin bir güç olduklarını fark ederek, bu dağınık gücün tek bir merkezde toplanması gerektiği sonucuna vardı.


Theodor Herzl öncelikle Avrupa ve Dünyanın önemli merkezlerinde bulunan zengin yahudileri tespit etti ve onlara bir mektup göndererek 1897 yılında Basel'de yapılacak olan toplantıya katılmalarını istedi ancak zengin yahudiler bu toplantıyı önemsemeyerek katılmadılar.

Theodor Herzl'in amacına ulaşması için 3 şeye ihtiyacı vardı,

1- Fikir
2- Bu fikre inanmış insanlar
3- Finans

Theodor Herzl dağınık yaşayan yahudilerin tek  bir yere toplanıp beraber hareket etmesi gerektiği fikrini ortaya atmış ve arkasından gelen insanlar da vardı ancak finans sorunu yaşıyordu. Finans arayışı için bir kurban arayan Herzl aradığı kurbanı bulmakta gecikmedi. Rothschild ailesi...


Arjantin'de dünyanın en büyük çiftliklerini kurarak buralarda fakir yahudileri amele olarak çalıştıran Rothschild ailesi Herzl tarafından hedef haline getirilerek, pislikleri arandı ve bulduğu kirli çamaşırları yayınlayarak Rothschild ailesini kendi davasına kabul ettirdi.


Rothschild ailesini de arkasına alan Herzl planlarını uygulamaya geçirdi. Öncelikle yalnızca ülkede istediklerini almak için  padişaha karşı muhalefet olarak kullanılan dönmeler artık bilinçli ve planlı bir şekilde muhalefetin de ötesinde kullanılmaya başlandı. Bkz Jön Türkler


Jön Türklerin hepsi dönme değildi ancak üst yöneticileri dönmeydi. Durumlar iyice Theodor Herzl'in istediği hale gelince Herzl, Rothschild ailesini temsilen İstanbul'a gelerek padişahla görüşmüştür. Rothschild ailesi aynı zamanda Osmanlı Merkez Bankasını da kontrol etmekteydi.


İstanbul'a istediğini alacağından emin bir şekilde görüşmeye gelen Herzl hiç beklemediği bir liderle karşılaşmıştır. Padişaha sunduğu teklif son derece cazipti. Hem Osmanlı devletinin tüm dış borçları silinecek ve Avrupa medyasını elinde bulunduran yahudiler Osmanlı aleyhine yayınlarına son verip, Osmanlı'yı öven yayınlara ağırlık verileceğinin garantisi verilmişti ve bunlara karşılık yalnızca ortadoğuda bir yahudi devleti kurulması için toprak istemiştir.


II. Abdülhamid sert ve kararlı bir şekilde Herzl'i huzurundan kovmuştur. "Bu topraklar kan ile alındı ancak kan ile verilir."

Sonra Newlinski aracılığıyla,


"Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsüldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar; benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem."



Theodor Herzl istediğini alamayacağını anlayınca başka bir yol izlenmesi gerektiğini siyonist dostlarına bildiriyor. Siyonistler amaçladıkları toprakların alınması için II. Abdulhamid'in tahttan indirilmesi gerektiği konusunda hem fikir oluyorlardı.


Önce bir suikast denemesi vardı. Dünyanın en gelişmiş istihbarat teşkilatına sahip olan II. Abdülhamid'e düzenli raporlar sunuluyor ancak bu suikastin nerede olabileceği konusunda tam emin olamıyorken, suikastten 1 gece önce verilen raporda Cuma Namazından sonra dikkat çekmeden zaman geçirmesi istenilmiştir. 21 Temmuz 1905'te Yıldız Camisinde Cuma selamlığı çıkışında Şeyhülislam ile konuşarak Abdülhamid gerekli zamanın geçmesini sağlamıştır. Şeyhülislam II. Abdülhamid'e bir konuda danışırken büyük bir patlama oluyor ve II. Abdülhamid bu suikastten kurtuluyordu.


II. Abdülhamid'in istihbarat teşkilatı bu saikastin kim tarafından ve kime yaptırıldığı hakkında tüm belgeleri toplamıştı. Deliller Vatikan'ı gösteriyordu. Halife olan II.Abdülhamid bu suikasti tertipleyen ile bir kardinalin tüm konuşmalarını Vatikan'a gönderiyor ve kendisini ölüme göndermeye çalışanları da affediyordu. Bu olay Vatikan'ı o kadar rahatsız etmişti ki bir türlü bu olayı unutamadılar.


 İslam'ın Halifesi olan II.Abdülhamid'e bir hristiyanın suikast girişiminde bulunmasından ve akabinde de Halife'nin büyük bir hoşgörü ile kendi canını alma girişiminde bulunmuş caniyi affediyor olmasının bir rövanşı olarak Katolik aleminin lideri olan Papa II. Jean Paul'e bir müslüman (özellikle de türk birisini seçmilerdi) suikast girişiminde bulunuyor ve Papa da büyük bir hoşgörü ile kendi canını almaya gelmiş bir caniyi affediyordu. Akıllarınca II.Abdülhamid'den intikam alıyorlardı hem de dünyaya "İslam'ın terör, Hristiyanlığın ise merhamet dini" olduğu izlenimi vermek için zemin hazırlıyorlardı.


Papa ve Mehmet Ali Ağca




Artık II. Abdülhamid öyle ya da böyle bir şekilde devlet yönetimini bırakmalıydı. Bu görev ise Selanikli Emanuel Karasso'ya ihale edilmişti. Peki bu Emanuel Karasso kimdir? Önce Karasso ailesine bir göz atalım.


Emauel Karasso




1912 yılında İspanya'ya giden Karasso ailesinden Dr. İzak Karasso adını Isaac olarak değiştirip Barcelona'ya geçer ve bir oğlu olur, adı ise Daniel. Isaac'in muayenesine pek de gelen yoktu. 1.Dünya savaşında bağırsak enfeksiyonu salgını baş göstermiş ve bir türlü çare bulunamıyordu. Bizim Isaac'in aklına takılan bir durum vardı. Avrupa'da herkes bu rahatsızlıktan kıvranırken neden Anadolu ve Balkanlarda bu rahatsızlık hiç görülmüyor ve görülse de hemen geçiyordu.


Daha sonra kafasına dank etti. Eğer Osmanlı'da birisinin bağırsakları ağrısa 3 gün ve günde 3 kase yoğurt yedirince rahatsızlığın geçtiğini hatırladı ve yoğurt üretmeye başladı. Isaac yoğurdun etkisini çok çabuk görecekti. Patent almak için isim arayışına girince oğlu Daniel aklına geldi ve Danone ismini koydu. Danone günümüzde bir dünya markası haline geldi. Ben bu adamlara kızmam arkadaş, helal olsun. Bizim milli yiyeceğimizi yurt dışında satarak büyük bir imparatorluk kurdular. Biz de uyumaya hala devam edelim. Yine de belirtmekte yarar var Danone yoğurtlarını araştırın bir nelerle karşılaşacaksınız.


İsteyen yer isteyen yemez, kimsenin ne yiyeceğine biz karar veremeyiz tabi. Neyse Emanuel Karasso ile devam edelim.


Emanuel Karasso anadolu topraklarında ilk mason localarını örgütleyen adamdır. Asıl büyük ününü meslektaşlarının cesaret edemediği ilginç davaları alarak kazanmasıyla elde eden bir avukattı.


Büyük 31 Mart vakasıyla II. Abdulhamid tahttan indiriliyordu. 31 Mart vakası için Emanuel Karasso'ya İtalyan bankalarından 400,000 liralık altın verilmişti.  Hareket Ordusu adı altında bir kaç bin kişilik daha olayların farkında olmayan toy askerler toplanıp Padişahı tahttan indirtmeye gelirken Tahsin Paşa II. Abdulhamid'in ayaklarına kapanıp en küçük birlikle bunları zincire vurup huzuruna çıkartmak için izin isteyince de;

"Hayır Paşa, Ben nefsim için bir damla müslüman kanının akmasına razı değilim" demiştir.

Harekat ordusunun başını kimler çekiyordu;
 Mahmut Şevket Paşa
 Mustafa Kemal  (Atatürk)

Mahmut Şevket Paşa aslında az çok kimler adına bu olayları yaptığının farkındaydı ancak Mustafa Kemal olayların pek  farkında değildi.

Olanlar olmuş Abdülhamid tahttan indirilmişti. Atatürk'ün ise Abdülhamid hakkındaki görüşleri ise;

“… Bak çocuk, kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit’in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim, 19. yüzyılın sonlarında uygulanmış olursa.…”
                                                                      Kemal Arıburnu -  Atatürk’ten Anılar, s.34,35




Artık zamanı gelmişti, 33 sene siyonistlere göz açtırmayan ulu Hakan tahttan indirilme zamanının geldiğini anlamıştı. Kamburu çıkmış ve yılların da yorgunluğu ile çökmüş son İmparatorun huzuruna 4 kişilik bir heyet çıkmıştı.


1 adım önde olarak liderleri olduğunu belirten Emanuel Karasso, "Millet artık sizi istemiyor" diyerek tahttan indirildiğini ilan etmişti. Gözleri dolan Abdulhamid ise "Bir Türk padişahına ve İslam halifesine tahttan indirildiğini belirtmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut bir de nankörden başkasını bulamadılar mı?" diyerek  bu durumdan ne kadar kahrolduğunu belirtiyordu.


O gece siyonistler için unutulmaz olacaktı. Hele ki siyonizmin temsilcisi olarak o kararı açıklayan Karasso'nun gözlerinde Theoder Herzl'in intikamını görmek bile mümkündü.


Siyasi deha olan Sultan Abdülhamid dünyanın iliğini sömüren bu şeytani güçlerin çıkar çakışması yaşayıp birbirleri ile savaşacaklarını önceden görmüş ve tüm planlarını buna göre kurmuştu. Ne var ki bizim dönme takımı tüm planları altüst ediyordu. II. Abdülhamid hatıratında şöyle anlatıyor;


"Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti."


II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından işlerin hiç de bekledikleri gibi olmadığını ve aslında tasmayı tutanın siyonistler olduğunu anlayan ve yaptıkları işin vatana ihanet olduğunu anlayanlar ise pişmanlıklarını şöyle ifade ediyorlardı;


"Hürriyet imha edildi. Yeni bir zulüm ve istibdad dönemi başladı. Bu zulüm ve istibdad Abdülhamid'inkinden de İttihadçılarınkinden de dehşetli oldu. Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı. Hiç... Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalıştı idi. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor."

                                  Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Altındağ Yayınevi, İstanbul, 1967. (c.4,s.1503)





"Padişahım gelmemişken yada biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz.

Dem-bedem coşmakta fakr u ihtiyaç,
Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.
Memleket matemde, öksüz taht u taç,
Hasret olduk eski istibdada biz."
                                    Süleyman Nazif


Enver Paşa’nın son pişmanlığı: En büyük hatamız, Abdülhamid’i anlayamamaktır!

Enver Paşa pişmanlığını Mersinli Cemal Paşa'ya şöyle ifade eder : "Paşam , bütün ef'alimin(eylerimin) hesabını vermeye hazırım. Biz Turan yapmak istedik , viran olduk. Bizim asıl mes'uliyetimiz , Sultan Hamid'i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır.Acıdır , fakat hakikiat bu "

                Cevat Rifat Atilhan, “Abdülhamid ve Siyonizm”, Sebilürreşad, Sayı: 21, Kasım 1948, s 333.  


II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle ülke yönetimi İttihad ve Terakki'ye kalmış ve kimselerin hakkına da riayet etmiyor , yalnızca kendi sefalarını yaşıyorlardı. İttihad ve Terakki yalnızca bir kukladan ibaretti, ülkeyi aslında masonlar idare ediyorlardı.



Tarihler 3 Temmuz 1918'i gösterdiğinde ülke yönetimine Osmanlı Devleti'nin en bahtsız padişahı olan Sultan Vahdettin geçiyordu. Zaten abisi II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle ülke yönetimi  masonların kontrolündeydi ve İttihad ve Terakki'nin yaptığı yüksek harcamalar da zaten batmış olan hazineyi daha da beter bir hale getirmişti. 13 Kasım 1918'de İstanbul'un işgaliyle de artık Vahdettin bir kukladan ibaret olacaktı.



 Önceki yazımızda Vahdettin'in bir hain olmadığını söylemiştik. En basitinden "kaşıkçı elmasını" alıp kaçmak varken yine de devletinin başında durarak ölümü göze almıştı. Başarısız olduğu söylenebilir ama hain olduğunu söylemek için belge gerekir. -mış ve -miş ile kimseyi hain ilan edemezsiniz.



Zaten Atatürk'ü kendisinin Samsun'a gönderdiğini de önceki yazımızda belgeleriyle sunmuştuk. Bir bilgi daha vereyim Atatürk derin devlet tarafından bu görevi Kız Kulesinde almıştır. Atatürk'ün kazancı falan belli bir askerdir ve bir gemi olacak parası da olduğunu söylenemez. Kaldı ki bir gemi almış bile olsa Boğazdan geçmesi öyle kolay falanda değildir. Boğazda tam tamına 167 gemi vardı, yüzerek gitmeye kalksa bile yakalanırdı. Bkz Wikipedia



Atatürk'ün derin devletten aldığı görevi Oktan Keleş ağabeyim belgeleriyle ortaya koymuştur. Yazısı için buraya tıklayın


Derin devlet denildiğinde hemen kötü derin devlet anlamayın sakın. Kötüler ne kadar kuvvetliyse iyiler de en az kötü derin devlet kadar kuvvetlidir.



19 Mayıs 1919 tarihinde Atatürk Samsun'a çıkarak Kazım Karabekir'in başlattığı milli mücadeleyi askeriyeden ziyade stratejik dehasıyla  yönetiyordu. Milli mücadeleyi Atatürk başlattı diyenlere sormalı "Kazım Karabekir Anadolu'da ne yapıyordu? Koyun mu güdüyordu yoksa mangal mı yakıyordu?"



Önce Sevr Antlaşmasına oradan da Lozan'a geçip ülkemiz üzerinde oynanmış ve hala oynanmaya devam eden oyunlara değinmek istiyorum.



Sevr Haritası




İlkokulda hiç unutmam, sınıf öğretmenimiz bize tahtaya asılı bu haritayı göstererek "İşte eğer Atatürk olmasaydı, ülkemiz böyle düşmanlarımızın kontrolüne geçecekti" diyordu. Biz de tabi daha olayların farkında değildik. Hocam bu sevr dediğimiz olay bize gösterilen tablo değil Yeni Dünya Düzeninin haritasıdır diyemedik ki.


Öncelikle bu harita bizim zırtapoz tarihçilerimizin uydurmasından başka bir şey değildir. Peki bu niye uyduruldu diyecekseniz "Eğer Lozan imzalanmasa, Sevr uygulanacaktı." demek ve memleketimizin taşından toprağından yararlanmak için itilaf devletlerinden izin almamıza neden olacak olan Lozan'ı kabul etmemiz için  beynimizi yıkamak amacıyla kullanılan bir zihin kontrol aracıdır. Sevr ile öleceğimize, Lozanla kansere razı olalım diyebilmemiz için kullanılıyordu bu harita ve söylemler.


Sevr denildiğinde ulusalcı kesim "Ülkemiz itilaf devletleri tarafından paylaşılmışken Atatürk 7 düvel ile savaşarak bize bağımsızlığımızı hediye etti." diyerek özetlerler.


Muhafazakar kesim ise, "Aslında Vahdettin imzalamamıştır. Yürürlüğe girmediği için geçersizdir." derler.



Bu iki söylem de yanlıştır. Sorunun sebebi ise Sevr'in ne olduğunun anlaşılamamış olmasıdır. Ulusalcı kesime sormalı; "Elin İtalyanı gelip Antalya'yı alıp da ne yapacaktı? Portakal mı yetiştirecekti? Peki ya Fransızlar Sivas'ı alıp ne yapacaktı? Sivas Kangalı mı besleyeceklerdi? Ortada petrol zengini Ortadoğu toprakları ve yeraltı zengini Afrika ülkeleri varken bizim kuru toprağımız için mi birbirlerine gireceklerdi?"  Yanlış anlaşılmasın topraklarımız benim için dünyanın en değerli topraklarıdır. Ancak bu kapitalist ve sömürgeci güçler için değerini biraz düşünmeniz için soruyorum.    


Şimdi gelelim şu muhafazakar kesime sormalı "Önüne konan belgeleri imzalamaktan başka bir seçeneği olmayan ve sözü bir karakola bile geçmeyen  Vahdettin mi ingilizlerin dayattığı Sevr'i imzalamayacaktı?"


Şimdi Sevr'in analizini yapmadan önce şöyle bir bakıldığında itilaf devletlerinin, ittifak devletleriyle hemen anlaştığı görülüyor. Yalnız Osmanlı Devleti hariç! Demek ki I. Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin yeri ayrı. Bununla paralel olarak Yeni Dünya Düzeninin de sınırları için Osmanlı Devleti bambaşka bir öneme sahip!


Sevr'e bakacak olursak, Sevr bir antlaşma değil dayatmadır çünkü antlaşma karşılıklı tarafların bir masaya oturarak kendi çıkarları için en uygun maddeleri kabul etmesidir ancak Sevr'de Osmanlı Devleti masaya falan oturmuyor sadece İtilaf devletleri kendi aralarında toprakları bölüşerek onaylanması için İstanbul'a gönderiyorlar Sevr'i.


Şimdi Sevr uygulanmadı diyorlar ancak Sevr son noktasına kadar uygulanmıştır. Yıkılmaz denen Osmanlı Devleti yıkılmış 20 yeni devlet ortaya çıkarılmıştır. Yeni Dünya Düzeninin nasıl işlediğini de burada görmekteyiz. Dedim ya Sevr Yeni Dünya Düzeni fikrinin uygulamaya geçilmiş halidir.

Yeni Dünya Düzeni = Böl - Parçala - Yönet


Tamam Osmanlı Devletinin sınırları bölünmüştü ancak Türklere de toprak verilmesi kararlaştırılmıştı. Bunu nerede mi görmekteyiz? I. İnönü ve II. İnönü savaşları sonunda  Londra konferansında siyonizmin merkezi ve dünyayı yöneten devlet olarak kabul edilen İngiltere "İzmir Türklerindir" diyor ve Yunanların çekilmesini kararlaştırıyordu.

    Yunan kaynaklarına baktığımızda Yunanları üstümüze salanların da İngilizler olduğunu hemen fark ediyoruz. Bu toplantıda verilen mesaj "Eğer uslu bir çocuk olursanız siz de Şirinleri görebilirsiniz"...


Biz onların istediği "Uslu" çocuklar olduğumuzu Lozan'da ispatlayarak ülkemizi kurmak için istediğimiz fırsatı elde edecektik.


"Peki madem Sevr ile istediklerini elde eden itilaf devletleri neden anadoluyu bize bırakma gereği duydular?" Sorusunu da sorabilirsiniz. En basitinden İstanbul bile yeterlidir çünkü Rusların sıcak denizlere inme hedefleri vardı ve itilaf devletleri  20 - 30 sene sonrasında  istemeseler de çekileceklerdi topraklarımızdan. İstanbul yunanlar ve bulgarlara da verilemezdi çünkü bu devletler Ruslar karşısında ayakta bile duramazlardı. Yaklaşık 1000 senedir Anadoluya hükmeden Türklere bırakma fikri ağır bastı çünkü eğer Ruslar Türklere saldırsa İngiltere ve Fransa ile beraber diğer İslam ülkeleri de Türklere yardım edeceğinden Rusların kendi sömürgelerini ele geçirmesi de engellenmiş olacaktı. Napolyon'un da dediği gibi "Biz Ruslarla her konuda anlaşıyorduk ta ki İstanbul'u konuşana kadar."


Lozan görüşmelerine geçecek olursak. Biz kurtuluş savaşında İngiltere, Rusya, İtalya ve ABD ile savaşmamıştık. Aslına bakacak olursak Fransızlarla da savaşmadık. Sütçü İmam'ın önderliğinde Güney Doğu Anadolu'dan kovduğumuz Fransız ordusu değil yalnızca tampon bölgede eğer Türk orduları saldırıya geçerse diğer birliklere haber vermek üzere duran gözcü birlikleriydi.  Ciddi denilebilecek tek savaşımızı Yunanlarla yapmıştık ama ne var ki Lozan Görüşmelerine Yunanlar alınmamıştı. Sizce de garip değil mi?


 Lozan görüşmeleri öncesi büyük bir hata yaparak elimizdeki kozlardan birisini kaybediyorduk. Bu büyük hata saltanatın kaldırılmasıydı. Lozan görüşmeleri  için elimizde Saltanat kartı bulunsaydı "Ya dediğimizi yaparsınız ya da biz saltanatı devam ettiririz" blöfünü kullanarak şartları daha olgun hale getirtebilirdik.


Saltanatın da kaldırılmasıyla tek kozumuz Hilafet kalmıştı. İngiltere yaklaşık 100 senedir hilafetin kaldırılması için uğraş veriyordu. Bizim her şeyi bildiğini sanan aydınlarımız Hilafetin bir işe yaramadığını söylüyorlar. Cahil İngiltere ise hilafet kaldırılana kadar Lozan'ı meclisten geçirmeyerek beklemeye alıyordu. Geri kafalı ABD de aynı şekilde Hilafet kaldırılana kadar Lozan'ı imzalamıyorlardı. Peki örümcek kafalı İtalyaya ne demeli? Papalık hala aktif.

Edit : Bazı güzel kardeşlerim işin aslını bilip bilmeden Lozan'ın imzalanınca hemen hayata geçtiğini sanıp bana sayıp sövmüşler. Ama Uluslar arası antlaşmalarda milleti temsil eden meclisler bir antlaşmayı kabul etmediği sürece protokol düzeyinde kabul edilir.

 Gelelim Lozan'ın gerçekten kabul olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin tanınması için tarafların meclislerinden onaylanması tarihlerine.

 Türkiye Cumhuriyeti : 23 Ağustos 1923
 Yunanistan : 25 Ağustos 1923
 İtalya : 12 Mart 1924
 Japonya : 15 Mayıs 1924
 İngiltere : 16 Temmuz 1924
 Lozan'ın Yürürlüğe giriş tarihi 6 Ağustos 1924  ve can alıcı kısım ise  Hilafetin kaldırılması : 3 Mart 1924.



Benim güzel kardeşim öyle her okuduğuna ve her söylenene hemen inanma biraz düşün. Tek bir kasedin bile bu kadar ses getirdiği ortadoğuda acaba Halife bir emir verse kim bilir neler olurdu?? Bir araştır bakalım Türkiye İş Bankası hangi parayla kuruldu??


Lozan görüşmeleri özellikle yurtdışında uluslararası ilişkiler okuyan öğrencilere en başarısız diplomatik görüşme olarak gösterilir. Peki neden böyle başarısız olunduğuna gelecek olursak.


Lozan görüşmeleri için kimin gönderileceği kararı alınırken meclis çok karışıktı çünkü meclis İsmet İnönü'nün gitmesine karşı çıkarken, Atatürk ısrarla İnönü'nün gitmesini istiyordu.


Atatürk meclisi ikna ederek İsmet İnönü'nün önderliğinde bir heyeti Lozan görüşmelerine göndermiştir.  Lozan görüşmelerinde heyetimiz o gün konuşulan tüm metni alıyor, Ankara ya gönderiyor Ankara da gerekli talimatları da heyetimize gönderiyordu. Herşey normal gibi görünse de durum farklıydı çünkü Ankara'dan gelen talimatlar heyetimizden önce itilaf devletlerinin eline geçiyordu. Bizim ne adım atacagımızı onlar önceden de öğrendiklerinden, blöflerimizi ve elimizden çıkarmayı göze aldığımız yerleri biliyor ve ona göre maddeleri önümüze sunuyorlardı.


Biz de zararımıza birçok madde olduğu halde ve elle tutulur yararımıza bir kaç maddesinin bile bulunmadığı Lozan'a imza atıyorduk.  Lozan'da heyetimizi temsil eden İsmet İnönü kadar etkili bir kişi varsa o da Haim Naum'dur. BEKO'yu kuran ailedir aynı zamanda.

Tamam Lozan imzalandı da, imzalanması yetmiyor aynı zamanda meclisten de geçmesi gerekiyor. İngiltere
 Lozan'ı meclisten geçirmek için bazı şartlar ortaya koydu. Kapalı kapılar ardındaki o maddelerden bazıları;

1. Hilafet Kaldırılacak
2. Halife sınırdışı edilecek
3. Hilafete karşı tekrar bir istek oluşmaması için hilafet yanlısı yayınlar yasaklanıp, hilafet makamı karalanacaktır

Bunun gibi maddeler vardı ve hepsi uygulandı. Hilafetin kaldırılmasını halk hiçbir zaman desteklemedi. Zaten halk engel olmasın diye halife ve ailesi alelacele bir gece trene koyularak sınırdışı edildi. Hilafetin kaldırılması yüzünden çıkan en büyük isyan hiç şüphesiz Şeyh Said isyanıydı. Bilinenin aksine Said Nursi "1000 yıldır islamın bayrağını taşıyan bir milleti birbirine düşürmek doğru değildir." diyerek bu isyanı büyük ölçüde azaltmıştır. Zaten İsmet İnönü'de hatıratında bu isyanın hilafet için çıktığını belirtiyor.


“Şeyh Sait, hareket esnasında dini kurtarmak davasını açıktan ortaya atmış bulunuyor. “Hilafet kalkmıştır, din tehlikededir, dini kurtarmak lazımdır.” Davaları bu. Şeyh Sait, isyan hareketini böylece bütün memlekete milli bir hareket olarak değil, dini bir hareket olarak gösteriyor.. Şeyh Sait isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunmuyor.”

                                                                                                 İsmet İnönü - Hatıralarım


Artık Cumhuriyetimiz kurulmuş ve Hilafetin kaldırılmasıyla da Lozan İngiltere ile ABD meclisinden geçerek devletimiz artık birçok devlet tarafından tanınıyordu. 1 gecede yaklaşık 1000 senedir kullanılan Arap alfabesinin kaldırılmasıyla alimlerin cahil bırakılması, şapka inkilabı yüzünden binlerce kişinin asılması hatta Samsun'un bombalanması gibi birçok olayın gerçekleşmesi tartışılır tabi ama Atatürk ülkeyi bağımsız bir hale getirmeye çalışıyordu. Önceliği ekonomik bağımsızlığını elde etmiş bir devlet oluşturmaktı.


Atatürk dönemi üzerinde geçtiğimiz yazımızda çok durduğumuzdan sadece önemli olaylara göz atıp İnönü dönemine geçecegiz. Atatürk döneminde en çok kafamı kurcalayan 2 olay var. Bunlar Ayasofya'nın müze yapılması ve Dersim Olaylarıdır.



Öncelikle Ayasofya'nın önemine dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği üzere peygamber efendimiz (S.A.V.) bir   hadis-i şerifinde "Kostantiniye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden komutan ne güzel komutandır." diye buyurmuştur.


1453 yılında Fatih Sultan Mehmet Kostantiniye yani İstanbul'u fethederek bu şerefe nail olmuş ve bu zaferin bir sembolü olarak Ayasofya'yı camiye çevirmiştir ve her kim bu camiyi ibadete kapatırsa lanetlerinin üzerinde olduğunu söylemiştir.



1935 yılında Ayasofya Atatürk ve Bakanlar Kurulu kararıyla müze olarak kapılarını gelen ziyaretçilere açmıştır. Ancak yine de o karardaki Atatürk'ün imzası üzerindeki tartışmalar sürmekte.


Ayasofya'nın Müze olma kararı



Şöyle bir sorun var ki, Atatürk'ün böyle bir imzası bulunmuyor.



Göründüğü üzere imzalar pek uyuşmuyor. İşin daha da ilginç yanı karar ne resmi gazetede ne de başka hiçbir gazetede yayınlanmıyor. Bu da akıllara acaba imza sahte mi sorusunu getiriyor.



Gelelim bir diğer olay olan Dersim katliamına...


Şimdi yanlış anlaşılma olmasın en başta belirteyim ki dersim olayında devletimizin yaptığı doğrudur ama dozajı çok ama çoook yüksek olmuştur. Kendimizi Atatürk'ün yerine koyduğumuzda yapılması gerekliydi çünkü karakol basılmış, askerleriniz öldürülmüş ve köprünüz yakılmıştır. Devlet otoritesi yok sayılmıştır ve bir müdahale gereklidir buraya kadar tamam.


Olayın büyüklüğüne gelecek olursak, sorun tam olarak burada başlıyor çünkü görüntüler ve belgeler olayın ne kadar içler acısı olduğunu gözler önüne seriyor.


İşte o görüntüler;
 













En büyük etkiyi hava saldırısıyla yapmıştı ordumuz. Peki uçaklarımızın başında kim vardı biliyor muydunuz? Sabiha Gökçen hani Atatürk'ün manevi kızı olan.


Sabiha Gekçen'e bu bombalamayı yaptığı için kimse birşey diyemez çünkü o bir asker olduğundan verilen emirleri sorgulayamaz, uygular. Ama bazı açıklamaları var ki resmen kanım donuyor öğrendiğimde. İşte o sözlerinden yalnızca bir tanesi ;  "Çarpışma meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiç acımak hissi vermiyor"





Dersim'de Atatürk'ün emri yoktur diyenlere de rastladım ama Sabiha Gökçen emri bizzat Atatürk'ten aldığını açıklıyor. İşte Atatürk'ün imzasıyla Dersim harekatı,



Dediğim gibi devlet otoritesi yok sayıldığı için bir operasyon gerekliydi ancak bu kadar büyük ve dozajı yüksek olması gerekmiyordu. Birkaç yüz asi yüzünden 10.000 ile 30.000 insan hayatını kaybetmiş ve binlerce insanımız da yerlerinden sürgün edilmişti.


Atatürk ile İsmet İnönü'nün arası iyiydi ancak son dönemlerde araları biraz kötü olsa da asıl büyük kopma Nyon Konferansında yaşanıyor ve ömrünün sonuna kadar da konuşmuyorlardı. İsmet İnönü Atatürk'ün cenazesine bile katılmıyordu!!


Nyon konferansına dönenin dış işleri bakanı Tevfik Rüştü Aras temsil ediyordu ancak gelişmeleri Atatürk'e bildirmesi gerekiyorken, İnönü'ye de bildiriyor ve Atatürk ile beraber İnönü'den de talimat alıyordu. Bu çok önemli bir olaydı çünkü Atatürk son derece otoriter bir liderdi ve otoritesine bir rakip bile görmek istemiyordu. İnönü Tevfik Rüştü Aras'a talimat vererek Atatürk'ün otoritesini yok sayıyordu, durum böyle olunca Atatürk'ün İnönü'ye bakışı son derece değişiyordu.


Atatürk daha sonra İnönü'yü görevden alarak yerine Celal Bayar'ı getiriyordu. Verilen mesaj belliydi "Benden sonra bu adamı başınıza getirmeyin" Atatürk ile İnönü'nün bu kadar ayrı düşmesinin sebebi ne Nyon Konferansı ne de Hatay meselesi bence çünkü daha büyük bir şeyin olduğunu düşünüyorum.


Daha önceki yazımızda Balfour Deklarasyonunda bahsetmiştik.  






Balfour Deklarasyonuyla İngiltere İsrail devletini kuran aile olan Rothschild ailesine diyor ki "Abi biz gerekli şartları oluşturuyoruz. Siz devlet kurma hazırlıklarına başlayın."



Atatürk ne zaman İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkıyor peki? 1937. Peki bu belge ne zaman yayınlanıyordu 1917. Tam  20 sene sonra Atatürk neden birden bire karşı çıktı diyecek olursanız; siyaset için. Atatürk'ün kafasında bir plan vardı. Tam olarak uyguladı mı bilinmez ama 1937 yılında birşeylerin olduğu kesin.


Mason locaları meselesi ve bir yahudi devletine karşı çıkışıyla tüm okları üzerine çeken Atatürk 1938 yılında öldürülüyor ve yerine "Geçirmeyin" dediği İsmet İnönü liderliğe geçiyordu. Bazı yazarlarımız Atatürk ile İsmet İnönü'nün arasının sadece siyasette açıldığını, bunun özel hayatlarına yansıtmadıklarını savunurlar. O yazarlara sormalı; "İsmet İnönü Atatürk'e olan sevgisinden mi Atatürk'ün resmini paramızdan kaldırıp kendi resmini koymuştur?"






  Paralar için araştırma yaptım ve İkinci dünya savaşı döneminde Hitler paralarımızın olduğu gemiyi batırmış ve İnönü de piyasa etkilenmesin diyerek kendi resminin olduğu paraları basmış. Ha tamam diyelim de niye kendi resmi ki? Zübeyde hanım yada eski Türk liderlerini koy. Ama yok illa kendi resmini koyunca bende şimşekler çakıyor abi kimse kusura bakmasın.

 İnönü'nün Atatürk'e olan ihaneti yalnızca bununla sınırlı kalsa iyi! Devlet dairelerinde bile Atatürk'ün resmini kaldırtmış bu derece kin besliyormuş içinde ben daha ne diyeyim.


Yalnızca Atatürk'e değil ülkemize de büyük zararlar vermiştir. Uğrunda milyonlarca şehid verdiğimiz bağımsızlık mücadelesini bir imza ile boşa çıkarmıştır. Mesela Truman Doktrini ile ülkemize girecek ve çıkacak bir kurşunun hatta ekmeğin bile iznini Sam amcadan alıyorduk. Bu hani tarih kitaplarında bize anlatılan Manda sisteminden bir farkı yoktur. Peki Amerikan manda sisteminden kurtulduk mu diye soracaksanız ben size şu kadarını söyleyeyim; Eğer Amerika derin devleti engellememiş olsa 10 sene öncesinde darbe ile uyanacaktık. Yani Sam amca izin verirse darbe olur vermezse olmaz. Bkz "our boys have done it" ile 12 Eylül darbesinden sonra çocuklarını tebrik ediyorlardı.



  Son  yazımızda eğitim sistemimizdeki çarpıklıktan söz etmiştik  şöyle ki ;


ABD               71.681
Almanya         70.400
Japonya           44.224
İtalya               31.762
Fransa             30.193
S. Arabistan    13.579
Türkiye             7.260…


Bu rakamlar ne?


İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı…


Araştırmayı yapan: Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi…


İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor…


Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime…


 Sonra da bizden neden Steve Jobslar ve Thomas Edisonlar çıkmıyor diye soruluyor. Sen gidip ilkokulda çocukların zekalarını köreltirsen tabi ki çıkmaz. Bunun Atatürk'ün harf inkılabıyla da pek alakası olmayabilir ancak kasıtlı bir uygulama olduğu kesin. İnönü döneminde eğitim alanında pek çok değişiklik olduğu bilinmekte diyerek konunun üstünden geçmiştik.


Şimdi ise İnönü'nün Truman Doktrini ile nasıl ekonomimizi Sam amcanın eline verdiyse 27 Aralık 1947'de de "Fulbright Antlaşması" adı altında da eğitim sistemimizi de Sam amcanın  insiyatifine bıraktı.


Fulbright antlaşmasını anlamak için yalnızca 5. maddeye bakmak bile yeterlidir. İşte o 5. madde;


"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye'deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır.

 Komisyonda oyların eşit olması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan büyük elçisi) verecektir."

Özetle, bu antlaşmadaki 4 kurul üyemiz formaliteden ibaret gösterilmelik oradaydı. Çünkü 4 kurul üyemiz bir maddeyi red etse ve 4 amerikan kurul üyesi de kabul etse eşitlik ortaya çıkacaktı. Son sözü ise misyon şefi verip maddenin geçmesini sağlayacaktı.

Yani diyorlar ki, biz istediğimiz maddeleri geçirirz ya seve seve ya da öpe öpe....


 İnönü'nün saçma sapan uygulamalarından sıkılan halkımız ise ilk çok partili seçim döneminde ezici bir şekilde Demokrat Partiyi iktidara getiriyordu. Demokrat Parti 408 milletvekili TBMM'ye sokuyor CHP ise 69 milletvekilinde kalmıştı. Demokrat Partinin başında ise Atatürk'ün İsmet İnönü'nü görevden alarak yerine atadığı Celal Bayar vardı.



Celal Bayar Cumhurbaşkanı oluyor ve hükümetin başına da Adnan Menderes'i getiriyordu. Geçtiğimiz yazımızda Adnan Menderes'in milletimiz için yaptığı iyi şeylerden bahsetmiştik. Yine de Menderes'in kötü kararları da yok değil hani.


Mesela, İkinci dünya savaşı sırasında NATO'ya girerek safımızı ABD'den yana kullanıyorduk. Bağımsızlık savaşı sırasında Afrika ülkelerinden değil de sömürge devletlerinden yana tavrımızı ortaya koymuştuk.


Tabi o dönemde halkımıza hizmet son derece yüksek noktalara ulaşmış, karayolları, tüneller ve köprüler gibi birçok hizmet verilmişti. Ne zaman ki, Adnan Menderes ülkemizdeki ABD etkisi azaltmaya çalışmışsa bir darbeyle ülke yönetimi askerlerin eline geçiriliyor, Adnan Menderes de idam edilerek hayata gözlerini yumuyordu. Aslında bu darbe ile gelecekteki yöneticilerimize de mesaj verilerek, eğer ABD karşıtı bir karar alırlarsa sonlarının böyle olacağını söylüyordu Sam amca.



Nurcu Süleyman olarak ortaya çıkan Mason devlet başkanımız Süleyman Demirel'e kadar pek de bir değişiklik olmuyordu.










Süleyman Demirel döneminde çok ilginç gelişmeler oluyordu hem de çoooookkkk...

Süleyman Demirel dönemimde birden bire ülke nüfusu tartışılmaya açılmış, ülkenin bu kadar yoğun bir nüfusu kaldıramayacağı söyleniyor ve 2 çocuk yapılması konusunda telkinlerde bulunuluyordu. Ne hikmetse siyonizmin merkezi olan ABD'de Henry Kissinger bir rapor yayınlıyordu. İsterseniz öncelikle Henry Kissinger'dan bahsedelim.

Henry Kissinger Nelson Rockefeller ile bu köleleri daha nasıl sisteme bağlı tutacaklarını tartışıyorlar






Henry 1923 doğumlu bir yahudi ailesi çocuğudur. Ailesi Nazi zulmünden kaçarak ABD'ye yerleşmiştir. ABD'de normal bir hayat yaşayan Henry Kissinger ne zaman ki Harvard Üniversitesine öğretim üyesi oluyorsa işte o zaman sanki bir sihirli değnek değmiş gibi çok büyük bir yükseliş göstererek ABD Başkanına Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapıyordu. 56. Dışişleri bakanlığında da bulunmuş sonrasında ise arkaplanda çalışmalarına hizmet etmiştir. Eğer birisi ABD'de çalışmalara arkaplanda devam ediyorsa demek ki geçmiş görevlerini başarılı bir şekilde yürütmüştür artık yapan değil düşünen ve emir veren kişiler sınıfına dahil olmuş demektir.


Kamboçya bombalanmasında saldırıyı desteklemesine rağmen  Vietnam'da çözüm arayışlarından dolayı Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür. Bu ödülü "Filistin Kasabı" lakabıyla tanınan Ariel Şaron'un da kazandığını düşünecek olursak bu karar pek şaşırtmıyordu bizi. Henry Kissinger aynı zamanda CFR ve Trilateral Commission gibi birçok şeytani oluşumda da yer almıştır. Son olarak Barack Obama'nın danışmanlığında görmüştük Henry Kissinger'i.


Evet nüfus ve Henry Kissinger ne alaka diyecek olursanız, şöyle ki;

Bizim Henry 1974 yılında National Security Study Memorandum 200: Implications of Worldwide Population Growth for U.S. Security and Overseas Interests adında kısaltması  NSSM200 olan bir raporu başkan Gerald Ford'a sunuyordu.


Raporda Amerikan ulusal güvenliği için sorun teşkil edebilecek ülkeler vardı. Bu ülkelerin ne topu tüfeği ne de bilimsel çalışmaları ABD için bir tehdit oluşturuyordu. Ulusal güvenliği tehtid edecek konu nüfusuydu!


Ülkelere bakacak olursak;

Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Endonezya, Tayland, Filipinler, Nijerya, Mısır, Etopya,  Meksika, Kolombiya, Brezilya ve tabi ki TÜRKİYE'de vardı.


Lan vicdansızlar İsmet İnönü sayesinde bu ülkenin  ekonomisini ve eğitim sistemini ele geçirdiniz tamam da daha doğmamış çocuk sizin için ne güvenlik sorunu oluşturuyordu ? İçtiği su mu, yediği ekmek mi yoksa soluduğu hava mı?


Eğer biraz araştırırsanız bu ülkelerin hep sorunlarla boğuştuğunu ve bir türlü kafasını uyuşturucu alkol gibi illetlerden kaldıramadığını bu nedenlerin dışında organ mafyası aracılığıyla da genç nüfusunu kaybettiğini hemen fark edersiniz. Tabi şimdi tüm bu ülkelere değil yalnızca ülkemiz için oynanan oyunlara göz atacağız.

Tabi bu raporu kendi gözleriyle görmek isteyen arkadaşlar olabilir. Linki http://pdf.usaid.gov/pdf_docs/PCAAB500.pdf



Ülkemizdeki politikacıların sözleri tamda Sam amcanın istediği gibi çok çocuk yapmanın zararlı olacağı en fazla 2 çocuğun yapılması şeklindeydi. Ta ki 12 Eylül darbesine kadar. Sanki ülkenin sorunu bitmiş en büyük sorunumuz doğacak bebeklermiş gibi garip bir strateji uygulanıyordu.



12 Eylül darbesi öncesinde bir illuminati kartı çekilmiş ve uygulanmaya konulmuştur.



Barış için öldür





Dediğim gibi bu şeytanilerin çalışma sistemleri hep aynıdır. Böl- Parçala - Yönet

Önce sağcı ve solcu diye ayırdılar. Sonrasında ise solcu gruplara giderek  "eğer engel olmazsanız bu sağcılar emperyalistlerle anlaşarak onların istediği sistemi getirerek halkı ezen faşist sistemi ülkemize getirecek" dediler sonrasında da sağcı gruplara giderek "bakın engel olmazsanız bu solcular komünizmi ülkeye getirerek halkı dinden çıkarmak istiyorlar" diyerek önce oluşturdukları ayrı kutupları sonrasında birbirlerine çarpıştırarak kardeşi kardeşe kırdırıyorlardı.


Sistem aynen kartta yazıldığı gibiydi her iki grup da ülkeyi ve halkı korumak için birbirlerine girmişlerdi. Amaç daha güzel ve yaşanılır bir memleket oluşturmaktı ancak olmadı. Karanlık güçlerin maşaları olmuşlardı.


O karanlık dönemi yaşayan birisinin sözleri herşeyi açıklar vaziyetteydi, "Sokakları, mahalleleri paylaşamadık ama hücreleri paylaştırdılar bizlere, artık biliyoruz: bizi sokakta kavga ettiren ve hücrelerde birlikte yatıranlar, aynı kişilerdi."


12 eylül darbesiyle beraber ilginç olaylar yaşanıyordu. Onlardan birisi de nüfus kontrolü için kanunlar düzenleniyordu. Peki birden bire mi oldu diyecekseniz tabi ki hayır.


Sam amca ülke yönetimini ele alan "Our boys" diye hitap ettiklerini çocuklarını tebrik etmek için David Rockefeller'i de ülkemize gönderiyordu. Tabi eli boş gelmek yakışmazdı David amcaya, yanında nüfus kontrolü için aşılar, haplar ve nüfus planlaması için belgeleri de getiriyordu. Hatta ilk aşı olanlardan biri de Kenan Evren'di.



En büyük tartışmalar kürtaj üzerine yoğunlaşıyordu.  Utkan Kocatürk  "Avrupa’da kızlar sabah kahvaltısından sonra evden çıkmadan önce mutlaka korunma hapı alırlar. O ülkelerde kızlık zarının kıymeti de çok azdır. Oysa bizde toplum değerleri çok farklıdır. Kürtajın kayıtsız şartsız serbest bırakılması toplumda yeni problemler yaratabilir. Kürtaj kadının tabii hakkı sayılamaz. Neslin devam hakkı sadece kadına ait değildir.” diyerek tartışmayı başlatıyordu  ve bazı erkek üyeler de "Kürtaj kadın hakkıdır" diyerek tartışmaya katılıyorlardı.


Tartışmalar sürerken yasa geçiyordu. Belge arayışında imdadıma Milliyet'in arşivi yetişiyordu. Gerçekten arşiv konusunda çok başarılılar.






16 ilde 23 kürtaj kliniği açılarak nüfus planlama çalışmaları tüm hızıyla devam ediliyordu








  Medyanın yaptığı telkinler yetmiyormuş gibi devlet adamlarımız da halka çocuk doğurmaması konusunda telkinde bulunuyordu. Onlardan birisi de dönemin sağlık bakanı Mehmet Aydın'dı, Meksika'daki Uluslararası Nüfus Planlaması konferansında David Rockefeller'in duygu yüklü konuşmasından çok etkilenmiş olacaktı ki yurda döner dönmez çocuk yapmanın zararından yakınıyordu.








Telkinler sonucu zihin kontrolü çok büyük bir başarıya ulaşmış anne karnında daha henüz ne için bile öldürüldüklerini bilmeyen en az 1 milyon çocuk katlediliyordu. Dünyadaki birçok ülkenin bile nüfusundan fazla çocuğumuzu sadece devlet büyüklerimizin bir bildikleri vardır diyerek en kutsal hakları olan yaşama haklarını ellerinden alıyorduk.








 Şimdi bana hümanistsin diyenler olabilir. Bana hümanistsin diyenlere sormalı eğer sırf dünyayı yöneten şeytani güçler kontrollerini daha rahat sağlasınlar diye öldürülen 1 milyon çocuktan biri siz olsaydınız bu olaya nasıl yaklaşırdınız. Neyse biz devam edelim..


Darbe sonrası normal yönetime geçişte ülkemizin başına belki de en aktif Cumhurbaşkanı geçiyordu. Merhum Turgut Özal.


Evet Turgut Özal'ın CFR ile ilişkisi vardı ve birçok anlaşmaya imza atmıştı ancak bu anlaşmların neredeyse hepsi İsmet İnönü'nün harika uygulamalarından bizi kurtarmak içindi. Turgut Özal baba Bush ile yakın dosttu ve körfez savaşı döneminde Sam amcanın tarafını tutuyordu.


Ülke Adnan Menderes döneminden sonra tekrar nefes alıyordu. Hani şu bir kısım aydınlarımız tarafından beğenilmeyen anlaşmalarıyla ülkemize birçok ürün ABD'nin izni olmadan giriş yapabiliyordu. Tamamen özgür olamasak da yinede 4 duvardan çıkmış yalnızca elimizde kelepçeyle sınırlı da olsa özgürce hareket edip yabancı yatırımcıların girmesiyle yaşam kalitemiz yükseliyordu.


Yanlış anlaşılmasın ben yabancı yatırımcıların ülkemize yatırım yapmasını hiç istemem ama yerli yatırımcılarımızın da neler yaptığı ortada. 2013 yılındayız hala yerli aracın tartışması sürüyor. Eğer biraz araştırırsanız Turgut Özal döneminden önce bizim yerli üreticilerimizin hep bozuk mallar satıp halkımızı sömürdüğünü de hemen fark edersiniz.


Turgut Özal ülkenin daha fazla refah düzeyine kavuşması için öncelikle daha büyümemiş bir yılan olan PKK'nın kafasını ezip sonrasında da Avrupa Birliği gibi önce bir Türk sonrasında da İslam birliği kurma planını uygulamaya koymuştur.


 Öncelikle dünyanın pek bilinmeyen ama gelecek vaat eden ülkerine geziler yapıyor ve yanında en az 1 türk iş adamını da o ülkenin lideriyle tanıştırıp, yatırımda kolaylıklar gösterilmesini sağlıyordu. Bu ülkelerin çoğu da yeni yıkılan Sovyet toprakları içinde yer alan Türk devletleriydi.



Özal'ın ölümüne sebep olacak olaysa Musul ve Kerkük'ün tekrar sınırlarımız içinde yer almasını sağlamak için çok büyük çabalar harcıyordu. Tüm yaptıkları mantıklıdır diyemiyorum çünkü terörün arkasındaki isimlerden birisi olan Barzani'yi ülkemize davet etmiş çok iyi ağırlamış ve bunlar da yetmezmiş gibi ona kırmızı pasaport vermiştir. Bugün aynı hatayı Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da yapmakta. Geçtiğimiz günlerde hatırlayacak olursanız kürt görünümlü bir kripto yahudi olan Barzani AK Parti kurultayına çağrılmış ve konuşmuştu.


Kanlı 93 senesine giriyorduk. Sanki bir kara el faaliyete geçmiş ne kadar devlete ve millete yararlı bir insan varsa hepsini ortadan kaldırıyordu. 93 senesinde darbe yapılıyordu ancak normal bir darbe değildi nokta atışı ile devletin kilit noktaları ele geçiriliyordu. İşte o 93 senesi;


Resimde gördüğünüz tüm olayları hep aynı ekip gerçekleştirdi. 





93 Senesi gazeteci yazar Uğur Mumcu'nun ölümüyle başlıyordu. 24 Ocak 1993 sabahı kötü bir güne başlanılıyordu, tüm televizyon ve radyolar Uğur Mumcu'nun arabasına bindiğinde patlayan bir bomba ile öldürüldüğünü söylüyordu. Daha sonra olay "dinci" kesime mal edilecekti. Heee babam heeee dinciler öldürdü.


Zaten Uğur Mumcu son yazılarında dincilerden bahsediyordu değil mi? Şimdi Uğur Mumcu'nun öldürülmeden önceki son yazılarına bir göz atalım da bu dincileri ne kızdırmıştır öğrenelim. Rahmetlinin son 350 yazısından yaklaşık 120 tanesi PKK ile ilgiliydi. Yalnızca PKK ile de değil aynı zamanda PKK'nın MİT ve MOSSAD ile olan ilişkisine de odaklanmıştı. Zaten sadece MOSSAD ile Barzani ilişkisini ele alan yazısını bile okusanız neden öldürüldüğünü sığır değilseniz anlarsınız. İşte o yazısı   Peki neden dinciler öldürdü diye gösterildiğine gelecek olursak, ileride de bunun için bir plan vardı ve bu plana zihinleri hazırlamak için böyle söylendi.


İşte o yazının bir kısmı ;
"Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD - Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail 'in gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

Barzani 'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD - Barzani ilişkileri bilinmiyordu.
MOSSAD' ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney'de yayınlanan "Israel 's Secret Wars-A History of Israel's Intelligence Services" adli kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD - Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.
 Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor."

Yazısının tamamı => http://www.odatv.com/n.php?n=ugur-mumcu-bu-yazi-yuzunden-mi-olduruldu-2401101200


17 Şubat 1993 TSK'nın belki de en önemli komutanlarından Eşref Bitlis de kanlı 93 senesinde karanlık eller tarafından Şehid ediliyordu. Ben Eşref Bitlis'i Kazım Karabekir'e benzetiyorum. Eşref Bitlis terör sorununda Özal ile birlikte hareket ediyordu. Teröristlere göz açtırmayan, aynı zamanda da bu sorunun sadece silahla çözülemeyeceğini söyleyen ve  Barzani ve Talabani ile görüşerek çözüm arayışında olan büyük komutandır. Büyük komutan Eşref Bitlis'in hafızalara kazınan ve ölümüne sebep olan sözü ise "İncirlik'ten kalkan ABD (yani Sam amcanın) uçakları dağdaki teröriste yardım torbası atıyor"


17 Nisan 1993 Cumhurbaşkanımız Turgut Özal öldürülüyordu. Ölümü çok kritik bir zamanda oluyordu sanki bir güç biraz daha devam ederse iş kontrolümüzden çıkacak der gibi dananın kuyruğu kopacak iken büyük operasyonu durduruyordu. Bir yandan Türk - İslam Birliği kuruluyor bir yandan Terör konusu çözüme kavuşturuluyordu bir yandan da Sam amcanın üzerimizdeki etkisi azaltılıyordu.


Turgut Özal'ın da öldürülmesiyle statükocu Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığına, Tansu Çiller de Başbakanlık koltuğuna oturuyordu.



24 Mayıs 1993'de  33 er ölüme gönderiliyordu. Tam bu sefer olacak terör bitecek derken daha yeni tezkeresini almış 33 erimiz yolun tehlikeli olduğu istihbaratı gelmiş olmasına rağmen yanlarına hiçbir koruma alınmadan resmen teröristlerin kucaklarına gönderiliyordu. Tam genel affın ve PKK'nın silah bırakması konusunda anlaşmaya varılacak iken Abdullah Öcalan şerefsizinden izinsiz olarak bir eylem gerçekleştirilerek 33 erimiz kafalarına sıkılarak öldürülüyordu. Tam terör bitecek derken hevesimiz kursağımızda kalıyordu ve 33 evladın acısı hala yüreğimizdeki yerini koruyor.



2 Temmuz 1993 Sivas'da Madımak Otelinde 37 vatandaşımız ya yanarak yada zehirlenerek canlarını kaybetmişlerdi. Bu olayı tertipleyenler de hiç şüphesiz Eşref Bitlis ve Turgut Özal'ı öldürenlerden başkası değildi. Kılıf ise çok iyi bulundu hemen "dinci"  bir grubu sahaya sürerek bu işi dindarlar yaptıya getirilecek hem de 28 şubat için zihinlerde dindarlar böyle insan yakıyor etkisi yaratmaya çalışılmıştı. Başarılı oldular da tabi bunda medyanın etkisini de unutmamak gerekir. Ne yani şimdi birkaç şerefsiz çıksa cami yaksa sonrada Atatürk tişörtleri giyip "Türkiye Laiktir, Laik Kalacak" deseler tüm Atatürkçüleri din düşmanı görmek ne kadar doğru olur? Eee durum böyle iken birkaç itin kopuğun yüzünden tüm dindar insanları, insan yakan gözünü kan bürümüş görmek doğru mu? Ama hala böyle görmek ve göstermek isteyenler de var.



 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamı. Erzincan Kemaliye'de bir camiye baskın yapan PKK itleri önce cami cemaatini dışarı çıkarıyor sonrasında örgüt propagandası yapıp cemaati kurşuna diziyordu. Daha sonra köyü ateşe vererek ölü sayısını 33'e çıkarıyorlardı. İşin daha ilginci ise yakalanan 20 kişiden sadece 2 kişi ceza alıyordu.



22 Ekim 1993 Tuğgeneral Bahtiyar Aydın operasyona gittiği Lice'de sahte bir çatışmada suikast sonucu öldürülüyordu ve bu olayı da PKK üstlenmedi. Bahtiyar Aydın da Eşref Bitlis ve Turgut Özal gibi terörün sadece silahla bitmeyeceğini savunanlardan biriydi. Yanlış anlaşılmasın bu adamlar silah olmasın demiyordu, silah olacaktı ancak sadece silahla olmayacaktır görüşünü savunurlar ve ben de onlarla aynı görüşteyim "silah şart ama tek araç değil"



4 Kasım 1993 Cem Ersever öldürülüyordu. JİTEM'in kurucusu olan Ahmet Cem Ersever, Eşref Bitlis'in ölümünden tam 1 ay sonra 17 Mart'ta görevinden yakın arkadaşları ile beraber istifa ediyordu. Cem Ersever Eşref Bitlis'in ordudaki kulağıydı ve en sıcak gelişmeleri Eşref Bitlis'e ileterek olabilecek kötü olayları engellemesini sağlıyordu. Son zamanlarında Cem Ersever'in terörün bitmesini istemeyen çeteleri araştırdığı da bilinmekte. Silahların susmasını isteyen kaç kişi varsa öldürülüyordu. Silah tüccarlarının ne kadar kazandıklarını bir duysanız aklınız durur, silahların susmasını tabi ki istemezler.


1993 senesinde bir darbe yapılıyordu. Darbe dendiğinde hemen aklınıza tank falan gelmesin. Bir ülkenin hem Cumhurbaşkanı, hem başbakanı, hem Genelkurmay başkanı hem istihbarat başkanı değişiyordu hem de kanlı bir şekilde oluyordu. Bu darbe değil de nedir yani?


Gelecek yazımızdan bir belge ile yazımızı bitirelim.

Masonik Fransız Yüce Konseyi tarafından gönderilen emirler







Gelecek yazımızı da bir yada iki haftaya kadar yayınlayacağız İnşa'Allah


To be continued....