Web Toolbar by Wibiya Uyandırıcı / Şokçu: Ağustos 2012

Güncellemeler


İlluminati Konusunda Yeni Olan Arkadaşlara : Düşmanımızı Tanıyalım- İlluminatiye Giriş Yazısından Başlayarak Son Yazıya Doğru Okumasını Öneririm


Son Yazımız - Ülkemiz Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Dinler Arası Diyalog Tehlikesi Volume I



Önemli => İlluminati'nin Yeni Oyunu ACTA

"Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçla, diğeri borçla." (John Adams)


Amacımız "Onların" nasıl düşündüklerini bilmenizdir

24 Ağustos 2012 Cuma

Ülkemiz Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Dinler Arası Diyalog Tehlikesi Volume I


Merhaba arkadaşlar. Bu yazımızda Osmanlı Devleti'nin son, Cumhuriyetimizin ilk yıllarını ve imani noktada çok büyük bir oyuna parmak basıp, yeni dünya düzeninin kabul edilmesi için planlanan son oyunu elimizden geldiğince sizlere anlatmaya çalışacağız..


Yazımızın başlığından da anlaşılacağı gibi dinler arası diyalog adı altında dönen dolapları artık dilimiz döndüğünce size aktarmaya ve uyarmaya çalışacağız.


Birinci dünya savaşı yıllarına geri dönüyoruz ve Çanakkale Savaşı ile ilgili bir çok olay duymuşuzdur. İşte o  tarih kitaplarında bile yer almayan garip olaylardan birisi  ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunların stratejisinin değişmesine neden olmuştur. Bu olay  Norfolk Alayı ve başlarına gelen olay, o garip olayların en büyüğüdür. Bu birlik bir bulut tarafından öldürülüyor ve birçoğunun cesedine ulaşılamıyordu. Savaşta yaklaşık 7000 İngiliz askerinin ne cesedine ne de bir parçasına rastlanılıyordu. BBC devlet televizyonu "All The King's Man" (Kralın Bütün Adamları) diye bir film çekmesi ve bu filmde Sandringham taburunun hikayesini anlatıyor olması ve Sandringham taburunun Norfolk Alayında yer alması ise düşündürücüdür. Çanakkale'de savaşa metafizik bir gücün karıştığını anlayan ingilizler, izleyecekleri politikayı değiştiriyorlardı. Amaç aynıydı tabii.

Bu bulut olayını araştırırken Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet dikkatimi çekti. Bakara Suresi - 210. Ayet,

"Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür."

Allah'ın bu ayette buluttan oluşan gölgeler içerisindeki meleklerden bahsediyor olması ve  Komutan Hamilton'un İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener'e çektiği telgrafta bir bulutun gelip Norfolk Alayını götürmesinden bahsediyor olması manidar.

Şimdi bu bulut olayı için hurafe diyenler olacaktır tabi. Hurafe yada değil ama bu siyonistlerinin politikasını değiştirecek bir şeyler olmuş sonuçta. Hurafedir diyen de dinden çıkmaz. Yanlış anlaşılmasın, ben savaşta askerlerimiz ve komutanlarımız hiç savaşmadı, biz savaşı yalnızca meleklerle kazandık demiyorum. Kahraman ecdadımız kanının son damlasına kadar düşmanla çarpışmış, öleceğini bile bile emirleri uygulamışlardır. Allah hepsinin mekanını cennet eylesin.

Norfalk Alayının komutanı Hamilton'un Çanakkale Savaşı ile ilgili sözleri ise "Çanakkale geçilmez. Çünkü Türklerin atacak barutu bile yoktu. Biz orada gökten inen güçleri gördük."

Churchill İngiltere'ye döndüğünde ve başarısızlığın nedeni sorulduğunda ise kızgın bir şekilde "Biz orada Türklerle savaşmadık, Tanrıyla savaştık. Doğal olarak yenildik." Bu sözlerinden sonra konuşmasına devam eden Churchill  büyük havuzun içine birkaç balık attırır ve balıkların yakalanmasını emreder. Balıkların yakalanması mümkün değildi. Bunun üzerine Churchill, "İşte balıkları yakalayamadınız. Çünkü balık suda iken yakalanamaz. Sudaki balıklar Türklerdir, su da onların dini. Türkleri dinlerinden uzaklaştıramadıkça onları yenemeyiz." der ve eline bir kova alarak, havuzun suyunu dışarı boşaltır ve ekler "Biz Türkleri suda yakalamaya çalışarak hata yaptık ama ben onları suda yakalamaya çalışmayacağım. Her gün bir kova suyu bu havuzdan alacağım, nitekim su bittiğinde ise Türkler ölecektir."



Churchill de bir masondu

  Churchill devletine yanlış bir strateji izlediğini belirterek 1880 yılında İngiliz Başbakanı Gladstone'un Lordlar kamarasında ortaya attığı teorinin izlenmesi gerektiğini söylemiştir. Peki Gladstone'un sözleri neydi?


“-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz?  Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”


Churchill o dönemde Siyonizmin dünyadaki merkezi konumunda bulunan İngiltere'yi ikna ederek, müslümanları ve özellikle de Türkleri Kur'an'dan soğutma stratejisini izlemesini sağlamıştı.
İngiltere 1920 yılına kadar Siyonizmin merkezi  ve dünya hakimiyetini elinde bulunduruyordu ancak 1.Dünya savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri verdiği kararlarla dünyada tek otorite olduğunu belirterek Siyonizmin merkezi oluyor ve dünya hakimiyetini eline alıyordu. Dünya hakimiyetinin kimin elinde olduğunu merak ediyorsanız uluslararası para biriminin hangi ülkeye ait olduğuna bakmanız yeterlidir.

Dünyayı yöneten Siyonist oluşum kararını vermişti. Türkiye'nin dini ile tüm bağlantısı koparılacaktı. İlk adım Lozan ile atılmıştı. Lozan antlaşmasını kısaca özetlemek gerekirse, bir kısım çevreler tarafından "zafer" olarak gösterilen bu antlaşma günümüzde yaşadığımız tüm sorunların temelidir. Barzani ve tayfası tarafından kurulması hedeflenen kürdistan devleti veya Kıçı kırık yunanlarla yaşadığımız adalar sorunu veyahut kıbrıs meselesinin temelinde hep bu antlaşma vardır.

Lozan çok iyi bir antlaşma olsaydı ek 17 maddesi gizlenmezdi. Bilinen maddi kayıplarına değinecek olursak,

12 ada İtalyanlar’a İmroz Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a 1571’den beri Türklere ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.


1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklal Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınamadı


Belki de bugünkü en büyük sorunumuz olan terör meselesinin hiç olmayacağı Misak-ı Mili sınırları içindeki Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’e Hatay Fransızlara bırakılması.

Lozan Antlaşması sonunda gazeteciler Lord Curzon'a "Arap ülkeleri işgal altındayken Türklere neden bağımsızlık verildi?" soruna  Lord Curzon'un cevabı,

"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz ki bu hilafet ve İslam'dır"

Bu açıklamadan sonra Lord Curzon'un sözleri pek anlaşılmamıştır ancak sonrasında alınan kararlar Lord Curzon'un ne kadar haklı olduğunu kanıtlar nitelikteydi.


   Hilafet'in kaldırılışı


Günümüzde İslam aleminin neredeyse hepsi Atatürk'e söver. Bunun sebebi ise hilafetin kaldırılmasıdır çünkü hilafetin kaldırılmasıyla islam alemi başsız kalmıştır. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla Atatürk'ün pek bir alakası yoktur. Hilafetin kaldırılmasında 2 ana aktör vardır. Bunlar İsmet İnönü ve Hahambaşı Haim Naum'dur.

Belgesiz konuşmayız. Kanıt isteyen arkadaşlar Dr. Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım" eserine bakabilir. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, "Hayat ve Hatıratım" adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor:


  "Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet'le (İsmet İnönü'yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet'e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet'ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet'in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet'i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet'le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: "İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır" diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet'in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.

  İsmet'e dedim ki: "Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!" Bana kızdı.


   Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. "Bir daha burada yürü!" dedim....


 İsmet'e tekrar dedim: "Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir...

 Hahambaşı İsmet'e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet'in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: "İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz" diyormuş.." (21)

Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başında İsmet Paşa (sonraki adıyla İsmet İnönü) bulunuyordu. Bu heyetin içinde yer alan Dr. Rıza Nur'un hatıralarında geçen ve yukarıda verdiğimiz ifadeler yahudilerin cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ne gibi lobi faaliyetleri yürüttüklerini, ne tür dolaplar çevirdiklerini anlamak için çok önemli ipuçları içermektedir. Onlar Lozan görüşmeleri esnasında çevirdikleri bu dolapları sonraki dönemlerde de çevirmekten geri kalmamışlardır. Bu dolapları çevirirken de özellikle kendilerinin zamanın güçlü devletlerinin yöneticileriyle olan irtibatlarını, bağlarını kullanıyorlardı.


Hahambaşı Haim Naum'un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. İngilizlerin dayatmalarının Türk heyetine kabul ettirilmesinde onun önemli rolü olduğu çeşitli tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılıyor. Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum'un önemli rolü olmuştu. Şimdi bu konudaki bilgileri gözden geçirelim:


Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye'de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay'ın belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir'e şunları söylemişti: "İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan'da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi'nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu." (22)


İsmet İnönü'nün Lozan görüşmelerinde sarhoş olduğunu belirten bazı kaynaklarda var ki bu durumun ne kadar vahim olduğunun bir diğer göstergesi. John Grew "bir amerikan elçisinin hâtıraları" adlı kitabında böyle bir olaydan bahsediyor.

Hilafetin kaldırılmasıyla çok büyük bir adım atan Siyonistler planlarına tam hızıyla devam ediyorlardı ancak planlarını kendileri uygularsa halkın tepkisini çeker ve geri teperdi bunun içinse içeriden birisini kullanacaklardı. İlk akla gelen isim Atatürk'tü. Evet Atatürk pek dindar bir insan değildi şimdi doğruya doğru konuşalım. Yok Peygamber Efendimizin kabrini yıktırmaktan kurtarmış falan diyorsunuz iyi hoş da o telgrafın yollandığı tarihte öyle bir devlet yok. Yanımızda anlatıyorsunuz, sosyal medyada paylaşıyorsunuz sesimizi çıkarmıyoruz ancak yurtdışında falan anlatmaya kalkmayın rezil olursunuz sonra da Atatürk'ün tüm başarılarını hurafe zannederler. Kısaca Peygamber Efendimizin kabrini yıkılmaktan kurtardı hurafesine kısaca bir göz atalım yoksa bana yobaz, Atatürk düşmanı diye küfredeceğinizden adım gibi eminim.


İddia şudur:

"Hz. Muhammed’in mezarını yıkıp, yerini degiştirmek isteyen zamanın Suud kralına Atatürk’ün kendi el yazısı ve imzasıyla çektigi telgraf:

” Suud kralının dikkatine !! Tarafımıza ulaşan haberlere göre Allah’ın sevgili ve özel kulu, elçisi peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın kabrini yıkıp yerini degiştirecekmişsin. O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.”

26 Haziran 1919 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (Cumhurbaşkanlığı Atatürk Özel Arşivi)”

Prof. Nevzat Yalçıntaş'a ait olduğu söylenen yazıda ise  1926 yılında olduğu yazıyor. Hadi 1926 yılını referans alalım;

Öncelikle yazının başında Atatürk'ün kendi el yazısı ile çektiği telgraftan bahsediliyor ama telgraf ile mektup birbirine karıştırılmış sanırım. Çünkü mektup el ile yazılır, telgraf mors alfabesiyle çekilir. Yani yazı baştan ofsayt.

Mustafa kemal Atatürk imzalı (!) telgrafta imza olduğunu bilmiyordum :)  gönderilen telgrafın yılını 1926 olarak alsak bile Mustafa Kemal Paşa 1934 yılında soyadı kanununu çıkarıyordu.  1934 yılında da Atatürk soyadını almıştır.


Yazıda Suudi kralından bahsediliyor ama o tarihte ne suudi devleti ne de suudi kralı vardı. Arabistan hala ingiliz işgali altındaydı. Yazıda bahsi geçen Suudi krallığı 1932 yılında kuruluyor. Bkz Wikipedia

Yazıda "O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.” cümlesi geçiyor ancak 1926 yılında kurtuluş savaşı mı vardı? 1923 yılında imzalanan Lozan ile kurtuluş savaşı bitmişti.
Son olarak, Derdinizi anlatacak kadar diplomasi bilginiz varsa hiçbir uluslararası telgraf veya belgede "ordularımla aşağı inerim, ağzını burnunu kırarım" gibi yazışmalar olmaz


Sonuç olarak bu tür yazıları bir araştırın sonra paylaşın. Hadi bu neyse de İngiliz Kralı'nın el öpmesi diye bir resim ortalıkta geziyor ki tam bir felaket. 



İngiliz Kralı Edward'ın Atatürk'ün elini öperken ki çekilen resim
Kraliyet Muhafızları ile birlikte Atatürk'ü ziyarete gelen Kral Edward Atatürk'ün elini öpmeye kalktı

Atatürk : Aman efendim

Kral Edward : Atam valla öpmeden bırakmam. Muck Muck

Sonraki gün gazetelerin başlığı,

 "Evet İngiltere kralı Edward Atatürk'ü görünce eline yapıştı sonra hızını alamayarak ayağına kapanıp bir imzalı fotoğrafını istedi."

  Abi n'oluyor? nerden çıktı bu öpme olayı? Sanki bayram namazı kılınmış ve birbirlerinin bayramını tebrik ediyorlar. Bu el öpme mevzusunun başlangıç noktası  belirsiz ama üzerine güneş batmayan Büyük Britanya'nın devlet başkanı ziyaret ettiği başka bir devlet liderinin elini öpse uluslararası sorun çıkar ve O kralı artık dikkate almazlar. Ya kardeşini yada oğlunu kral kabul ederler. Bu resime inanan ve paylaşan kişi şüphesiz ingilizlerin ne kadar kendini beğenmiş ve burnundan kıl aldırmayan bir millet olduğunu bilmiyordur. Kaldı ki ingilizlerde erkeklerin değil kadınların eli öpülür. Biz ingilizlere elimizi kazandığımız savaşlarla bir çok kez öptürmüşüz, böyle boş boş şeylerle avunmayalım.

Türkiye'ye 1936 yılında ziyarete gelen gerçek kral Edward ben II. Nemrut diyorum


Zaten Atatürk'ün resmini renklendiren Ateş Akkor ve Engin Gökdeniz de "Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul'a ilk gelişinden 23 gün sonra. Sarayın merdivenlerinden inerken birisi elini öpmeye çalışıyor." diyerek Atatürk'ün elini öpmeye çalışan kişinin sıradan birisi olduğunu söylüyorlar Kral falan değil. Ben size paylaşmayın demiyorum. Hobi olarak yine paylaşın  ama önce bir doğruluğunu araştırın. Biz sesimizi çıkarmıyoruz ama yurtdışında özellikle de ingilizlerin yanında paylaşırsanız, sizi rezil ederler.


Nerede kalmıştık? Evet Atatürk'ün pek dindar bir insan olmadığını söylemiştim. Tabi ki Atatürk'ün dinine olan bağlılığı kimseyi ilgilendirmez. Bu Allah ile Atatürk arasındadır. Atatürk bir şeyh yada evliya da olsa benim Atatürk'e olan duygularımda bir değişme olmaz.

Genelde bana sorulan "Atatürk dinsiz miydi?" sorusuna "Atatürk'ün dine olan bakışı senide beni de ilgilendirmez." diye cevap verirdim ama bu yazıda biraz ucundan Atatürk'ün dine olan bakışına göz atalım. Öncelikle Atatürk'ün çok büyük bir din ilmi olduğundan bahsetmekte yarar var. Öyle ki günümüzde Şeyh yada islam alimi diye geçinen birçok kişiyi çekirdek niyetine yiyecek düzeyde dini bilgisi vardı. Tabi bilmek ayrıdır uygulamak apayrıdır. Atatürk'ün dine karşı bir düşmanlığı yoktu ancak çok büyük bir arap düşmanlığı mevcuttu ve Arap düşmanlığının ucu bazı zamanlarda İslam'a da dayanıyordu. Sebebi ise Filistin Cephesinde başına gelenlerdir. Bunu ben değil Türkiye'de tarih denilince akla gelen en büyük isimlerden Murat Bardakçı ve İlber Oltaylı katıldıkları bir programda birbirlerini destekleyerek açıklıyorlardı. Bkz Youtube




Atatürk'ün inkılaplarında da bunu görmekteyiz. Mesela Harf inkılabıyla Arap harfleri kaldırılmıştır. Harf inkılabının zararı çok büyüktü. Bir gecede tüm alimler cahil oldular. Nasıl cahil oldular diye soracak olursanız, okuma yazma bilmeyen bir adama ne denir?

Şapka ve kıyafet devrimi ile de Arap kıyafeti olan takke ve sarığın giyilmesi yasaklanarak, şapka takılması zorunlu hale getirilmiştir. Ancak sarık peygamber efendimizin bir giysisi olduğundan giyilmesi sünnetti ve bunu bilen halk ise sarığı terk etmeyi istemiyordu. Sırf sarık giyiyor diye binlerce insan asılmıştır ve yalan yanlış bilgilerle de vatan haini ilan edildiler halbuki asılanların çoğu  kurtuluş savaşında vatanı müdafaa eden taraftaydılar. 



Kurtuluş Savaşı Mitinginden bir kare. Görüldüğü üzere neredeyse hepsi sarıklı


Şapka giymedi diye idam edilen birisinin mahkeme kararı


Sarığın ne olduğunu anlamadan yargılamak yanlış olur. Öncelikle Peygamber Efendimizin bir sünnetidir. Diğer bir özelliği ise kefendir yani ben ölürsem kefenim başımdadır, beni kefenime sarıp gömün anlamı da taşımaktadır. Şimdi yanlış anlaşılmasın, ben sarıklılardan hain çıkmadı demiyorum. Çıktı tabi ki hem de ne hainler çıktı ama bu durum, bir kaç çürük elma çıktı diye tüm çiftliği yangına vermeye benzer.

Peki şapka giymeyenin asıldığı dönemde şapka fiyatları ne kadardı. Hiç düşündünüz mü?

Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının, memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle memurlarına 50'şer lira "şapka avansı" verileceğini bildirdi. Şapka fiyatları yükseldiği için bu avans 80 liraya çıkarıldı.
Kaynak : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V41. 8.67.20, (6.11.1926).

Şimdi bu parayı günümüze göre hesap edelim. 1926 yılında ekmeğin fiyatı 16 kuruş ve biz bunu düz hesap olarak 20 kuruş yapalım.

1 lira = 100 kuruş  ve ekmeğin fiyatı 20 kuruş olduğuna göre 1 liraya 5 ekmek alınıyordu.
Şapka avansı 80 lira olduğuna göre şapkanın fiyatı en az 80 lira. Yani o dönemde 1 şapkaya ödenecek parayla 80 x 5 =  400 ekmek alınıyordu.

Günümüze göre uyarlayacak olursak, günümüzde ekmeğin fiyatı 50 kuruş ve o dönemde bir şapkayla 400 ekmek alındığına göre bir şapkanın günümüze göre hesabı 200 TL. Neredeyse bir takım elbise parası.

Ya şapka takacaksın yada öleceksin. Durum böyle olunca herkes şapkaya hücum ediyordu ve şapkanın satışı işi de günümüzde eşarp satarak yolunu bulan bir yahudi olan Vakko'ya ihale edilmişti. Vakko değil 80 lira 500 liraya da satsa millet almak zorundaydı çünkü ucunda ölüm vardı.   Fransa'dan 2 frank'a aldığı şapkaları ülkemizde 120 Frank'a satıyordu. O dönemde işleri o kadar iyiydi ki, kendi hatıratında "sattığımız şapkaların çoğu bayan şapkasıydı ama millet alıyordu. Cumartesi günleri dükkânımızın önünde kuyruk bile oluyordu" demişti.



Benzerlik dikkat çekici






Saltanatın kaldırılması var ki, tam bir İngiliz ve siyonist oyunudur. Lozan'ın kabul edilmesinin en büyük etkenlerinden birisidir.  Takip ettiğim az sayıdaki tarihçilerden birisi olan Mustafa Armağan Saltanatın kaldırılmasının arkasındaki oyunu şöyle açıklıyor,

İngilizler, Fransızlar vs. Lozan'ı onaylamasalardı veya biz kabul etmeseydik Türkiye Devleti nasıl kurulacaktı?
Bunu hiç düşündünüz mü?
Türkiye Cumhuriyeti ortada yoktu, Osmanlıyı da kendi ellerimizle yıkmıştık.
Lozan kabul edilmeseydi Tayvan gibi korsan bir devlet olacaktık.
Bunun içindir ki anlaşmaya mecburduk.
İngilizler bize saltanatı kaldırtmakla bu tuzağı hazırlamışlardı.
Ya kabul edersin ya da korsan devlet olursun!
Anladınız mı saltanatın kaldırılması olayının arkasındaki oyunu ?

Mustafa ARMAĞAN

İttihat ve Terakki, saltanatı kaldırarak ile bu büyük millete büyük bir ihanette bulundular. Şimdi Lozan'ın 58. Maddesine bir göz atalım isterseniz,



58. Maddeden pek bir şey anlayamadığınızı ben de biliyorum. O yüzden günümüz Türkçesi ile tercüme edeyim.

Bir yandan Türkiye ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler, bu Devletlerle (tüzem kişileri de kapsamak üzere) uyruklarının, 1 Ağustos 1914 tarihiyle İşbu Andlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi arasındaki süre boyunca uğramış oldukları, gerek savaş eylemleri, gerekse zoralım, haciz, dilediği gibi kullanma ve el koyma tedbirlerinden doğan kayıp ve zararlardan dolayı her türlü parasal istemde bulunma hakkında karşılıklı olarak vazgeçerler.

Bununla birlikte, yukarıdaki hüküm, İşbu Andlaşmanın II ncü Bölümünde (Ekonomik hükümleri) öngören hükümlere halel getirmeyecektir.

Türkiye, Almanya ile yapılmış 28 Haziran 1919 tarihli Barış Andlaşmasının 259 ncu Maddesinin birinci fıkrası ve Avusturya ile yapılmış 10 Eylül 1919 tarihli Barış Andlaşması 210 ncu Maddesinin birinci fikrası uyarınca, Almanya ile Avusturya’nın geçirmiş [transfer etmiş] oldukları altın paralar üzerindeki her türlü haktan, (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler yararına vazgeçer.

Sürüme [tedavüle] çıkarılan birinci tertip Türk kâğıt paralarına ilişkin olarak, gerek 20 Haziran 1331 (3 Temmuz 1915) tarihli sözleşme, gerekse söz konusu kâğıt paraların arkasında yazılı metin uyarınca, Osmanlı Devlet Borcu Meclisine yükletilmiş bütün ödeme yükümleri geçersiz sayılmıştır.

Bunun gibi, Türkiye, Osmanlı Hükümetince İngiltere’ye ısmarlanmış ve İngiliz Hükümetince 1914 de el konmuş olan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini İngiliz Hükümetinden ya da İngiliz uyruklarından istememeği kabul eder ve bu yüzden her türlü istemde bulunmaktan vazgeçer.

Bu antlaşmanın özeti,

  Yani Türkiye, Osmanlı hükümetince Ingiltere’ye ısmarlanmış olup, Britanya hükümetince 1914 yılında haksız ve hukuksuz bir şekilde el konulan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini, ne Britanya hükümetinden, nede onun uyruklarından istemeyi kabul ve bu konuda her türlü isteklerden vazgeçer.

Eğer yalnızca Büyük Britanya'dan alacaklarımızın peşine düşseydik bu devlet, bu millet bu kadar eziyet çekmezdi. Çünkü Büyük Britanya'dan alacağımız para günümüzün bütçe açığını kapatacak düzeydeydi. Ama ne yapıldı? Saltanat kaldırıldı ve bize de yalnızca koşulları kabul etmek düştü. Bunun tek sorumlusu İttihat ve Terakki partisi ve uzantılarıdır. Tarihimizle ilgili size tek diyeceğim "Okuduğunuz hiçbir şeye inanmayın. Çünkü tarihimizi yazanlar masonlardır."

  Saltanatın kaldırılmasının arkasındaki süreci özetleyecek olursak, 

Theodor Herzl
1897 Yılında Theodor Herzl önderliğine Siyon kongresi yapılır ve para karşılığında Osmanlı Devletinden Filistin'de bir miktar toprak istenmesi kararı çıkar. Herzl'in bu toplantıdan sonraki açıklamasına dikkat!!

"Ben İsrail devletini kurdum ve 50 sene sonra ayağa kalkacaktır. Şimdi nasıl olacağına bakacağız." Theodor Herzl

Evet Theodor Herzl'in dediği doğruydu, dünyayı yöneten şer güçleri için İsrail diye bir devlet vardı. Tek sorun ise bu dünyayı tek bir merkezden yönetecek olan devletin kurulmasını engelleyen güçlerdi.


Theodor Herzl 1897 yılında kurduğu devletin dünya tarafından kabul edilişini göremedi, 1904 yılında geberdi.




İsrail Meclisinden bir görüntü. Netanyahu'nun arkasındaki resme dikkat. Resimdeki kişi Theodor Herzl


İsrail parasında bile görmek mümkün Herzl'i

Siyon kongresinde alınan kararı uygulamak için Rothschild ailesinin temsilcisi vasfıyla İstanbul'a gelen Theodor Herzl, karşısında hiç beklemediği biriyle karşılaşır. Bu kişi Abdulhamit'tir.

”Ecdadımın kanla aldığı toprakları benden parayla geriye almak mı istiyorsun? Bu topraklar kanla alındı, kanla verilir." diyerek huzurundan kovar. Bunun üzerine Theodor Herzl tekrar dünyayı yöneten siyonistlere giderek Abdulhamit Han  hakkındaki raporunu verir. Raporda "Bu padişah bildiğimiz liderlerden değil. Oluşumumuz hakkında birçok şey biliyor. Sorun teşkil ediyor, icabına bakılmalı." Bunun üzerine de Abdulhamit'i tahttan indirme kararı alınır.


Alınan kararı uygulamak için seçilen taşeron, Yahudilerin yoğunluklu yaşadığı Selanik'ten Emanuel Karasso'dan başkası değildi. Tabi Abdulhamit için karalama kampanyalarının da ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki Mehmet Akif Ersoy bile Safahat adlı eserinde Abdulhamit aleyhtarlığı yapıyordu.

31 Mart vakasından önce 21 Temmuz 1905'te Yıldız Camisinde cuma selamlığında çıktıktan sonra arabasına doğru ilerlerken şeyhülislam Abdülhamit'in önünü keserek bir kaç konu hakkında görüşüne başvuruyordu. Tam o sırada çok büyük bir patlama oluyor ve ortalık kan gölüne dönüveriyordu. Bu patlama olayı ermenilere ihale edilmişti ve başarısızlıkla sonuçlandı.


31 Mart vakası için Emanuel Karasso'ya italyan bankalarından 400,000 liralık altın verilmiş ve bu altınları 31 Mart vakası için kullanmıştı. Abdulhamit tahttan indirilmesine sebep olacak olan "Hareket Ordusu" adı altında toplanmış bir kaç bin kişilik ayak takımının kanını döktürmemiştir. Ayaklarına kapanan ve "İzin ver, onları sarayın en küçük birliği ile karşılayıp darmadağın edeyim. Zincire vurup huzuruna getireyim" diyen Tahsin Paşa'ya cevaben, "Hayır. Paşa, ben nefsim için bir damla müslüman kanının akmasına razı değilim" demiştir.


Abdulhamit'e siyonistler tarafından atılan bir çok iftira var. Onlardan bir kaçına göz atalım ve Cumhuriyet tarihinde siyonistlerin nasıl oyunlar oynadıklarına devam edelim.


Kızıl Sultan sözü fransa'da bir tarihçi tarafından "le sultan rouge" olarak ortaya çıkmış sonrasında bizim içimizdeki hainler topluluğu İttihat ve Terakki tarafından Kızıl Sultan olarak kullanılmıştır. Dikkat edin Fransızlar diyorum Ermeniler ile bağlantısı var diyorum. Kafanızda bir şeyler oluşmuştur artık. Doğu Anadolu'da Ermeniler kudurunca, isyanı bastırmak için ordu göndererek isyanı kanlı bastırdığı için bu lakap takılmıştır. Kızıl Sultan diyenlere soruyorum "Öldürmeyecekti de ne yapacaktı? Sizin gibi 30.000 kişinin katilini 7 yıldızlı otel konforunda bir yere mi yerleştirecekti?" Evet, isyanı kanlı bastırdığı için böylesine tepki gösterenlerle Apo'yu idamdan kurtaranların aynı kişiler olması tesadüf olmasa gerek.

Abdulhamit demek, istihbarat için  İngiltere'de Portsmouth ve Drogheda United kulüplerine kurmaktır.  Ayrıntılı bilgi için Oktan Ağabeyimin yazısı 





  Abdulhamit, Japonya'ya 100 küsür yıl öncesinde robot göndererek günümüzün mekatronik  alanında dünyanın 1 numarası olarak kabul edilen  Japonya'nın bu alana yönelmesine ilham kaynağı olmuştur.













Ulu Hakan Abdulhamit tarafından gönderilen Alamet isimli Robotun özelliklerini ise Oktan Keleş Ağabeyim şöyle açıklıyor,

“Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu."


Kız çocukları okutulmazdı yalanı da en çok söylenen yalanlardan birisidir. Abdulhamit zamanında kız çocuklarının okuması için Abdullatif Subhi Paşa'ya kız sanat okulu konusunda tereddüt yaşarken tüm desteğiyle arkasında olduğunu söylemiş ve açılmasını sağlamıştır.



Abdulhamit zamanında okutulan kız çocukları
  Abddulhamit demek bilime destek demektir. 1885 yılında Fransız bilim adamı  Pasteur'ün kuduz aşısı üzerine araştırma yaptığını öğrenen Abdulhamit, Pasteur'ü ülkemize davet etmiştir çünkü kendi devleti bile destekte bulunmuyordu Pasteur'e. Ancak Ulu Hakan'ın davetine ihtiyar olduğu gerekçesiyle kibarca olumsuz cevap verir bunun üzerine Pasteur'e bu sefer de "Size 3 kişiyi göndersem eğitebilir misiniz?" teklifinde bulunuyor ve teklifi kabul edilince de yanına Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey'i çağırtarak Pasteur'e vermeleri üzere Mecidiye Nişanı ve Fransa'da insanların yararına bir aşı hayırnamesi açması için 800 lira para göndermiştir. İşte o parayla Pasteur bir enstitü kurar ve bilim için bir çok adımın atılmasına vesile olur.

Ne hikmetse bizim 90 yıldır bulamadığımız petrol kuyuları 100 yıl önce tespit etmiş. Acaba bizim bir türlü bulamamamızın arkasında Lozan'daki gizli ek 17 madde olabilir mi? 


Masonların Abdulhamit düşmanlığı ise sınır tanımıyor. Zaten Abdulhamit'i kendilerinin indirdiklerini açıkladılar. Link için  http://www.bizkackisiyiz.net/gundem/557.html

Abdulhamit konusunda bu kadar derinmesine girmemin sebebi ise, İsrail'in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann'ın açıklamalarıdır. Açıklaması şöyle,

"Biz yahudiler 20.yüzyılda Orta doğu'da yıkılmaz denen devleti yıkıp 2 tane devlet kurduk.
Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki Türkler bize Filistin'i vermeyen Abdülhamit'e en az 200 sene daha söverler! "

Konuştuğum bir çok siyonist ve mason Orta Doğu'da 2 devlet kurduk bunlar Türkiye ve İsrail'dir diyorlar ve bir çok delil ile sözlerini destekliyorlar. Şimdi cennet ülkemizi İsrail mi kurdu? diye bir başlarsak bitiremeyiz. Biz konumuza geri dönelim.

Emanuel Karasso  görevini başarı ile tamamlayarak Abdülhamit'i tahttan indiriyordu.

Abdülhamit'e tahttan indirildiğini açıklayan heyet ve Abdülhamit

 Abdülhamit'i indirenlerden hiçbirinin Türk olmaması gariptir. Emanuel Karasso (Yahudi), Aram Efendi (Ermeni), Esat Toptani Paşa (Arnavut), Arif Hikmet Paşa (Gürcü).


Abdülhamit Han hatıratlarında der ki: Tahttan uzaklaştırılmam, servetime el konulması ve bir çok eza cefaya uğramam bir yana, bu iki vatan haininin karşıma çıkarak seni tahttan indirdik demeleri beni kahretmiştir.

Abdülhamit Han çok ileri görüşlü bir liderdi. Bir dünya savaşının çıkacağını adı gibi biliyor ve tüm planlarını ona göre yapıyordu ama ne var ki içimizdeki dönme ve hainler yüzünden 30 yıllık tüm birikim yok olmuştu. Abdülhamit Han kendi hatıratında şöyle anlatıyor;


"Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.

Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halice kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid'i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!


Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa, bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde' kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.


Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini (32) kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemiyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik.


Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı..."

Necip Fazıl Kısakürek'in de dediği gibi "Abdülhamit'i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır."

Abdülhamit tahttan indirildikten sonra tahta Vahdettin geçiyordu. Masonlar ve işgalciler rahat durmuyor, ortalığı karıştırıyorlardı. Vahdettin veya Vahideddin yada Vahidüddin  ismi zerre miktar umrumda değil ama tek diyebileceğim Osmanlı Devleti'nin en bahtsız padişahıdır. Ülke işgal altındadır ve rahat hareket edemiyordur. Zaten etrafı hainlerle çevrilidir. Kesinlikle vatan haini değildir. Şimdi çok hızlı bir şekilde özet geçerek hain olmadığını delilleri ile anlatmaya çalışacağım.

Ülkesinin düşman işgali altında olmasından ötürü rahat hareket edemeyen Vahdettin, güvenini kazanmış ve vatanını düşman işgalinden kurtarmak için canını tehlikeye atmaya çekinmeyecek birisinin kendisinin yerine orduyu yönetebileceğini düşünerek araştırmaya başlıyordu. Ve aradığı kişiyi bulmuştu. Mustafa Kemal.

Bu karar Fevzi Çakmak ile Vahdettin'in görüşmesinden de bunu görmekteyiz.


"Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım`a,
"Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe."

"Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu`da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu`da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin."

Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:

"Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?" "Haşa Padişahım.
" "Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?" "Haşa Padişahım."
"Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?" "Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir."
"O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?.."
Hiç düşünmeden cevap verdim:
"Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır."
Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:

"Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim"

Pek bilinmez ama Vahdettin ile Mustafa Kemal Atatürk'ün tanışması 1917 yılındadır.


Mustafa Kemal ile görüşerek bu görevi kabul edip edemeyeceğini sordu ve evet cevabını alınca da yemin ettirdi.



"Padişah'ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda..." falan filan öyle devam ediyor.

Geçen günlerde  bu konu hakkında bir kitapta bu bilgilere de rastlamıştık. Vahdettin'in sırdaşı olan Avni Paşa'nın Hatıralarında bu bilgiler geçiyordu.

 Rauf Orbay anlatıyor: 

“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”

  Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşıyorlardı.

3 tane şahit var. Fevzi Çakmak, Avni Paşa ve Rauf Orbay.

Neyse 16 Mayıs'ta görüşmeler bitiyor ve Atatürk, Vahdettin'in emri ile Samsun'a gönderiliyordu. Bize tarih kitaplarında hep yıkık dökük bir gemiyle gizlice gittiği yazar ama bu bilgiler tamamen yalandır. İstanbul'da o kadar donanma varken bırak gemiyi, yüzerek bile gitmeye kalksan yakalarlar. Atatürk'ün Vahdettin'in emriyle gittiğinin bir çok delili var. Bunlara bakalım,

Gemidekilerin listesi


Samsuna gidecek gemiye verilen İngiliz Vizesi


Burada ise Atatürk'e vize veren ingiliz yüzbaşının ses kaydı. Kayıtta Vahdettin'den  onay aldıklarını tasdik ediyordu. Ses kaydı 1970 yılına aittir =>  http://www.youtube.com/watch?v=bq9c4NiOlmM

Atatürk Samsun'a inmiş ve rütbesi itibari ile kendinden çok çok üstün  ve Kurtuluş Savaşının liderlerinden olan Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir ile görüşüyor ve emri altına alıyordu. Şimdi biraz düşünelim, Atatürk rüyasında bile zor görebileceği ve rüyasında görse bile hazır ola duracağı birisini nasıl olur da emri altına alıyordu? Demek ki 15. kolordu komutanından daha büyük bir rütbeye sahip birisinin bir fermanını yanında taşıyordu. O ferman da gönderen kişiye ait olmalıydı.  Peki gönderen kişi kimdi?


Üstelik Atatürk'ün böyle bir düşüncesi de yoktur o dönemde. Atatürk'le olan bağları sayesinde Vahdettin, O'nu Samsun'a göndermeye ikna etmiştir. Atatürk'ten önce Kazım Karabekir 19 Nisan 1919 yılında Trabzon'a giderek milli mücadeleyi başlatıyordu. Vahdettin  milli mücadelenin yalnızca cephedeki zaferle değil, siyasi ve stratejik başarıyla da olacağını bildiğinden Mustafa Kemal'i ikna ederek Samsun'a göndermiştir.

Atatürk'ü Samsun'a gitmeye ikna etmeye çalışılırken, Atatürk'ün o dönemdeki amacını anlamak için Atatürk'ün cephe arkadaşı ve Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir'in yazısına bir bakalım,


"Evvela, şunu belirtelim ki , veliahdlığı zamanında beri tanıdığı M.Kemal Paşa’ya itimad etmek ve işgal kuvvetlerini aldatıp, gözlerini boyayacak sun’i bir memuriyet ihdas eylemek suretiyle onu Anadolu’ya bizzat Sultan Vahideddin göndermiştir. Üstelik M.Kemal Paşa bu sırada Anadolu’ya gitmeyi değil, kabineye girmeyi düşünüyor ve bunun için çalışıyordu"
                                                                 (Kazım Karabekir - İstiklal Harbimiz - İstanbul 1960, Sayfa 18)

 11 Nisan'da Vahdettin İstanbul Meclisini kapatıyor ve 23 Nisan'da ise Ankara Meclisi kuruluyordu, resmen birbirlerinin yapacaklarını biliyorlardı. Eğer Vahdettin İstanbul Meclisini kapatmasa Ankara Meclisi korsan bir meclis olarak kabul edilecekti. Danışıklı dövüş gibi her şey planlı bir şekilde uygulanmıştı. Vahdettin'in ingilizlerle iyi geçinmesinin sebebi ise siyasettir. Ne yani "Ben Mustafa Kemal diye ileri görüşlü birini görevlendirdim. Anadolu'da mücadeleyi yönetecek." diye bir beyanda bulunmasını mı bekliyordunuz? Bunu anlayamayan adamlara değil mahalle muhtarlığını, age of ve empire total war gibi oyunlarda ülke bile teslim edilmez.

Atatürk'ün Vahdettin'e yazdığı mektup var. Eğer Vahdettin hain olsaydı Atatürk öyle över miydi? Mektubu günümüz türkçesi ile okumak için Tıklayın. 



İşte o sözü edilen mektup




Atatürk'ün idam kararı Vahdettin tarafından değil, damat ferit paşa tarafından çıkarılan idam fermanının altına "yakalandığında yeniden yargılanması" şartını koyarak imza atmış ve sonrasında idam fermanını iptal etmiştir.


"Vahdettin İngilizlerle antlaşma yapmış da o yüzden vatan hainiymiş." Peynir gemisi lafla yürümez canım kardeşim! Eğer bir iddian varsa belgeleriyle ortaya koy yoksa da sus. Milletimizin en sevmediğim yanı, böyle asılsız iddialara itibar etmesidir. Ne İngilizlerin devlet arşivinde ne de bizim arşivimizde böyle bir belge bulunmamakta.

Vahdettin Milli Mücadeleyi destekleseydi gönderilmezdi diyenler, Atatürk'ün silah arkadaşı Şahzade Osman Fuad Efendi ve Fehime Sultan neden gönderildi diye sormazlar mı adama?

Mesele destek veya köstek meselesi değil. Mesele bu ülkede yaşayan insanların aklına tekrar Osmanlı'nın gelmemesidir. Maazallah sonra tekrar geniş düşünmeye başlarlar ve büyük israil projesi önünde engeller oluşur.

Vahdettin kaçmamıştır, gitmek zorunda bırakılmıştır. Zaten 1 Kasım 1922 yılında saltanat kaldırılıyor. İstanbul ise düşman işgali altındadır. Yani halifelikten başka bir vasfı yok. Lozan'da da Hilafet'in kaldırılacağının sözünün verildiğini duyan bir Halife neden dursun ki?  Zaten amaç idam etmek.

16 Kasım günü, yani saltanatın kaldırılışından 15 gün sonra, TBMM’de Vahdeddin’i vatan haini olarak kabul eden “Hıyanet-i Vataniye kanunu” kabul edilir. Yani yakalanırsa öldürülecekti.

17 Kasımda Vahdettin bir İngiliz zırhlısı ile ülkeyi terk ediyordu. Şimdi diyeceksiniz ki, ee İngilizlerle işbirliği yapmadı diyorsun ama bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldığını söylüyorsun. Yok mu bir gariplik?

Ben de diyorum ki, evet doğru. Bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldı ama o dönemde seyahat etmek için itilaf gemilerine binmek zorunluluğu vardı. İşte araştırmadan konuşmanızın sebebi budur. İkincisi birçok delegemiz de konferanslara ve görüşmelere İngiliz gemileriyle gitti buna ne diyeceksiniz?

Üçüncüsü İngiltere'ye de değil, İtalya'ya gitti ve masraflarını Mısır Prensi karşıladı. Geride bıraktığı serveti görmek istiyorsanız Topkapı sarayına gidip bakabilirsiniz. Yalnızca Kaşıkçı elmasını alsa, bir ömür krallar gibi yaşardı.

Sultan Vahideddin Han Ülkeden ayrılmak üzereyken son kez bir sigara yaktı ve saraydan bir görevli çağırtıp şöyle bir emir verdi:
''Evladım bu çakmağı ve kül tablasını saraya götür bunlar milletimin malıdır''

Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”

Vahdettin hakkında araştırma yapmak isteyen arkadaşlara önerim, Turgut Özakman'ın "Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele " gibi belli bir ideolojiyle yazılmış saçma sapan kitapları değil de Murat Bardakçı'nın  "Şahbaba" gibi tarafsızca yazılmış kitapları okumanızı öneririm. Ben bu iki kitabı da okuduğumu belirteyim.

Cennet Vatanımız 29 Ekim 1923 yılında ilan edilip tarih sahnesindeki yerini alıyordu.  Ancak Lord  Curzon'un da dediği gibi kurulacak bir Türk devletinin din ile bir alakasının olmaması gerekiyordu çünkü Lozan'da antlaşma bu yöndeydi.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki uygulamalar da Lord Curzon'un ne kadar haklı olduğunu doğruluyordu. Öyle derinlemesine olmadan en kısa şekilde bu uygulamaları size aktarmaya çalışacağım.

Öncelikle istiklal mahkemelerinden bahsetmek istiyorum. Sizi suçlayanla, yargılayanın aynı insan olmasını ister misiniz? Eğer suçlayanla yargılayan aynı kişi ise bu mahkeme göstermeliktir değil mi? İşte İstiklal Mahkemelerindeki sistem böyle işlemektedir. Avukat yok, temyize gitme yolu yok. Hakim ne derse o olur. İstiklal Mahkemelerinin başında Kel Ali diye bir katil vardı. Kel Ali'yi aşağılamak için söylemiyorum, bildiğin lakabı Kel Ali yani.

Kel Ali, Halit Paşa'nın katiliydi. Halit Paşa 9 Şubat 1925'te Meclis koridorunda, İstiklal Mahkemelerinin zalim reisi Kel Ali tarafından vurulup 13 Şubat'ta vefat etti. Şehit Halit Paşa,öyle fedakar bir paşaydı ki, Mudanya'dan, Kocaeli'ne, Kars'a, Artvin'den Gümüşhane'ye, Erzurum'dan İzmir'e, Tunceli'den İstanbul'a, Yemen'den Trablusgarp'a, cephe cephe koşuşturmuş bir komutandı Halit Paşa.

Kel Ali ve İstiklal Mahkemelerinin hakimleri kendilerinden başka kimseyi otorite olarak kabul etmiyordu. Öyle ki, Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir'in dokunulmazlığını dahi dikkate almayıp tutukluyordu. Daha da ileri giderek Kazım Karabekir'i savunuyor diye İsmet Paşayı da tutukluyorlardı.

Kazım Karabekir'in idam edileceğini duyan subaylarımız mahkeme salonunu dolduruyorlardı.  Kel Ali ve mahkemeye verilen mesaj şuydu, "Eğer 0.0001 mg erkeklik taşıyorsanız, idam kararını verirsiniz. İdam kararını verin de görün bakalım, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalıyor mu?"

Durumun ciddiyetini görenler hemen haberi Mustafa Kemal'e ulaştırıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle Kazım Karabekir ve İsmet İnönü'nün beraatine karar veriliyordu.

Lord Curzon'un sözünü destekleyen bir diğer uygulama ise ezanların türkçe okunmasıdır. Bir çok kişi ile tartışmama sebep olan bu uygulamayı belgesiyle destekliyorum. Yalnızca belgeleri yayınlayıp geçeceğim çünkü söze gerek bile kalmıyor.


Allahu Ekber cezası


Bir diğer uygulama ise camilerin satılmasıdır. Bu uygulama Yılmaz Özdil'in yazısında da gündeme gelmişti.

Açık arttırma usulu satılan camiler


Gazete ilanı ile satılan camiiler




 Siyonistlerin kendi planlarını uygulaması için içeriden birisini kullanacaklarını söylemiştim ve ilk olarak Atatürk ile görüştüklerini ancak kontrol edilecek birisinin olmadığını anlayınca da bu sefer başka birisini aramaya başladılar. Lozan görüşmelerinde verdiği tavizlerden dolayı İsmet İnönü'yü çok seven bu siyonistler kararlarını vermişlerdi. Kullanılacak isim İsmet İnönü'ydü.


Siyonistlerin İnönü aracılığı ile bir çok tartışmalı karara imza atması Atatürk'ün canını sıkıyor ve  Niyon konferansı ise bardağı taşıran son damla oluyordu. Atatürk, İsmet İnönü'yü başbakanlıktan alarak yerine Celal Bayar'ı getirtmiştir.

İsmet İnönü'yü başbakanlıktan alan Atatürk siyonistlere de savaş açmıştı. Atatürk mason muydu sorusunun cevabı Cemal Granda Atatürk'ün Uşağı idim adlı hatıratında yer alıyordu;

‘Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…’

Atatürk'ün masonluğa girdiği yıllara ait  Masonik nizam duruşuyla çekilmiş  görüntüleri,







Nizam duruşuyla poz veren diğer tanınmışlardan bir kaçı



Lenin


Napolyon




Marx


İnternette bunun gibi bir çok tanınmış kişinin nizam duruşuyla verdiği görüntülere rastlamak mümkün. Neyse konumuza geri dönelim, Atatürk siyonistlere karşı mücadelesinde mason localarını kapatma kararı alıyordu. Zeynel Besim'in Sun adlı Masonun Dün ve Bugün dergisinde (Sayı: 10) yayınlanan hatırasında Atatürk’ün Masonluk etrafında koparılan tartışmalar üzerine ‘Kapatalım da kurtulalım’ dediğine rastlıyoruz.  Ancak mason localarını kapatamadan mason locaları kendi kendilerini belirsiz bir zamana kadar kapatıyordu.


Atatürk siyonistleri çıldırtacak kararı ise 1937 yılında açıklamıştır. Orta Doğu'da kurulacak bir yahudi devletine  karşı olduklarını açıklamış ve el sürülemeyeceğini belirtmiştir.

"Orta Doğu'da bir Yahudi devleti kurulacakmış. Kanımız pahasına karşı çıkarız. Böyle bir şeye asla müsade etmeyiz."                                                                                              
                                                        (Hakimiyet-i Milliye Gazetesi - Atatürk'ün kendi gazetesidir)

Şimdi ise belgesiyle paylaşıyorum.










 Yazıyı okuyamayanlar için;

“Filistin’e el sürülemez!
 Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor
Türkler mukaddes topraklarda, yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir! "

“...Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz, vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin, Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz...”

 Daha ortada İsrail devleti yokken Atatürk ileri görüşlülüğü ile olacakları gördüğü için siyonistlere ihtar çekiyordu. Şimdi soruyorum size, "Atatürk Selanik gibi yahudilerin yoğunlukla yaşadığı bir yerde doğmuş ve büyümüş olan Atatürk, kurulacak olan bir siyonist devletin sınırlarını bilmeyecek bir adam mıydı?"

İsrail devletini kuran Theodor Herzl toprak sınırlarını nasıl açıklıyor;

"Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır." (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)

Peki Tevrat'ta nasıl geçiyor bu sınırlar,

"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat Irmağı'ndan Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tekvin Bölümü, 12/25)

Kurulacak devletin sınırları

Yeterince açık değil mi? Atatürk'ün ölüm kararı alınarak öldürülüyor. Ve yerine siyonistlerin oyuncak gibi kullandığı İsmet İnönü geçiyordu. Şimdi bana İsmet İnönü'yü savunanlara bir kaç sorum olacak.

1) İsmet İnönü Atatürk'ün cenazesine neden katılmamıştı?


2) Atatürk'ün ölümünün hemen ardından, Atatürk'ün heykelini neden satmıştır?




3) Paramızdan Atatürk'ün resmini çıkartıp neden kendi resmini koymuştur?




4 ) Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz çekik gözlü ve güzel gülüşüyle insanın kalbine huzur veren Atatürk'ün manevi kızı ve yasal varisi olan Ülkü Adatepe hanımefendi ve ailesine neden baskı uygulamıştır?


Bu kitabı okumanızı öneririm

5) Atatürk'ün canımız kanımız pahasına bile olsa kurdurtmayız dediği İsrail devletini neden yangından mal kaçırırcasına tanımıştır?




İnönü'nün marifetleri bunlarla sınırlı değil. Eğer hala Amerika'nın bir müttefiki ise bunun en büyük sebebi İnönü'dür.  Yıl 1947 ve ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir yardım antlaşması imzalanıyor. ( ABD'nin müttefiki = sömürgesi  ve ABD'nin yardımı = boynuna vurulan zincir)

Bu antlaşma ne olarak adlandırılacaktı? Truman Doktrini!

"Büyük Amerika Cumhuriyeti'nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır." diyor İnönü.

Yani ABD bizi savunmada ve ekonomide hamimizdir. Kabul etmediğimiz manda ve himayenin aynısı ama sadece daha kibar tarzda adlandırılmış hali.

Bunu 2 madde ile ispatlayabilirim.

Truman Doktrini 2. Madde "Türkiye Hükümeti, yaptığımız yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler adına kullanacaktır."

Ve can alıcı 4. Madde "Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti'nin onayı olmadan hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilliyetini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin söylenilen gayeden başka bir gayede bu yardımı kullanmasına Birleşik Devletler Hükümeti müsaade etmeyecektir."

Yani bizim iznimiz olmadan bir kurşun bile sıkamaz ve bir ekmek bile alamaz. Eeee ne farkımız kaldı bir sömürge devletinden.

Bir de Johnson mektubu var ki hiç sormayın.. Mektup şöyle;

 "Türkiye ile aramızda mevcut askeri yardımın veriliş maksatlarından başka maksatlarda kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletler'in onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı anlamış olduğunu muhtelif vesilerle Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında Birleşik Amerika'nın, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış askeri malzemenin kullanılmasına izin vermeyeceğini bütün samiyetimle bildiririm."

Peki nerede karşılaştık bu maddelerle?

1974 yılında vatanperver 2 lider olan Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan,  EOKA darbesiyle rumlar adadaki türkleri bebekleri dahil katlederken adaya müdahale kararı aldılar ve kıbrıs barış harekatı başladı. Ancak yine sahneye İnönü çıkacak ve hükümeti dağıtacaktı. Eğer o zaman  İnönü sahneye  çıkmasa bugün kıbrıs sorunu falan da olmayacaktı.

1984 yılında PKK Eruh baskını yapacak ve ABD "Benim iznim olmadan PKK'yı vuramazsın." diyecekti.

İşte "Milli Şef" denilen İnönü'nün o imzasıyla beraber bağımsızlığımız ABD'ye geçti.

"Truman doktrini çerçevesinde ABD'den aldığımızın 69 milyon $ askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD'ye her yıl 400 milyon $ bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar zarara uğradığımız bir anlaşma yaptığımızı biliyor musunuz?
                                                               (Mehmet Altan - Süperler ve Türkiye - İst. 1986 - sayfa 87)







ABD'den gelen dostları için hazırlatmış
Bir diğer kanıtı http://www.youtube.com/watch?v=JQH8wYVxmso&feature=share Bu videoyu izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. O dönemde dönen dolapları ve ABD'nin neden yardım ettiğini çok iyi anlayacaksınız.


İsmet İnönü Atatürk'ün bazı inkılaplarını da kendine göre kullanmıştır. Onlardan birisi ise harf inkilabıdır. İşte İnönü'nün ağzından harf inkilabının kullanılma amacı,

''Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."

Kaynak : İnönü, Hatıralar C.2 sf. 223





Yukarıda paylaştığım belge İstiklal Marşımızın osmanlıca yazılmış hali. Soruyorum size, kaç kişi okuyabiliyor İstiklal Marşımızın orjinal halini? Peki bundan 5 asır önce yaşamış  Shakespeare'in eserlerini ilkokul mezunu ingiliz çocukları bile okuyabiliyorken, çok değil daha üstünden bir asır bile geçmemesine rağmen İstiklal Marşımızı üniversite mezunları da dahil olmak üzere neredeyse kimsenin okuyamıyor olması garip değil mi?

Harf inkilabının bir diğer sonucu da çocuklarımızın kelime hazinelerinin çok düşük olmasıdır. Şöyle ki;

Önce araştırmanın sonucunu verelim:

ABD 71.681
Almanya 70.400
Japonya 44.224
İtalya 31.762
Fransa 30.193
S. Arabistan 13.579
Türkiye 7.260…

Bu rakamlar ne?

İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı…

Araştırmayı yapan: Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi…

İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor…

Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime…

Sonra da bizden neden Steve Jobslar ve Thomas Edisonlar çıkmıyor diye soruluyor. Sen gidip ilkokulda çocukların zekalarını köreltirsen tabi ki çıkmaz. Bunun Atatürk'ün harf inkılabıyla da pek alakası olmayabilir ancak kasıtlı bir uygulama olduğu kesin. İnönü döneminde eğitim alanında pek çok değişiklik olduğu bilinmekte.

İnönü döneminde din düşmanlığı da had safhaya ulaştı. Yalnızca Şükrü Saraçoğlu'nun sözü ile özetlemek mümkün.

"Din zehirdir. Türkiye'den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım."                                                                                                                
                 Kaynak : Meclis zabıtları - Sebilür Reşad Sayı 103, Mayıs 1951 - Mufassal Tarihçe-i Hayat


İnönü döneminde halkçılık ilkesi de pek dikkate alınmıyor. Tandoğan meydanına adını veren Nevzat Tandoğan 3 Mayıs 1944 yılında huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti'ye,

"Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."

diyerek anadolu insanını ne kadar hor ve aşağılık gördüklerini bir kez daha gözler önüne seriyordu.

1946 yılında ülkemiz çok partili sisteme geçiyordu ama bu geçişi İnönü babasının hayrına yaptı zannetmeyin. Elinden gelse kıyamete kadar iktidarda olurdu ancak İtalya'da Mussolini'nin ve Almanya'da Hitler'in başına gelenlerden sonra "siz cumhuriyet rejimiyle yönetiliyorsunuz ancak hala tek partisiniz" gibi demokrasiye geçişin yapılmasına yönelik uyarılar alan İnönü çok partili döneme izin vermiştir.


1950 yılında yapılan seçimlerde DP ezici bir üstünlükle iktidarı ele alıyordu ve Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına geçerek başbakanlığa Adnan Menderes'i atadı. Menderes ilk icraat olarak halkın en şikayetçi olduğu konu olan türkçe ezan konusuna çözüm olarak ezanların türkçe okunması zorunluluğunu kaldırtıyor.









  Yalnızca ezanların Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırtarak masonların yeterince nefretini kazanmıştı Adnan Menderes.

Adnan Menderes tehlikeli sularda yüzüyordu. Zaten ABD'nin bir sömürgesi olmuş, sırtını illuminati piramidine dayamışsın (BKZ Truman Doktrini) daha niye ülkeni kurtarmaya çalışıyorsun ki değil mi? Bak İnönü'ye ne kadar rahat.

Evet Adnan Menderes içerideki  ABD mandacılarını da karşısına alarak Ruslarla antlaşma yapmaya gidiyordu. Amacı ülkesini Truman Doktrininden kurtarmaktı ama olmadı. Bir darbeyle ülkemiz tekrar geriye gidiyordu.

Ezanların Türkçe okunması zorunluluğunu kaldırmasıyla masonların büyük tepkisini çeken rahmetli Adnan Menderes'in darbeyle indirilmesinin 2 sebebi vardır. İlki tekrar ezanların arapça okunmasını sağlamak ikincisi ise Osmanlı hanedanlığının ülkemize tekrar dönmesini sağlamasıdır.


Olay şöyledir; 1950 yılında iktidara gelen Menderes ilk seyahatlerinden birini Fransa'ya yapar ve Fransa'ya gitmeden önce de Fransa'da yaşayan Osmanlı hanedanlığına mensup kişilerin durumunu büyükelçiden ister ancak hiçbir bilgisi olmadığını görünce "24 saat içinde ya rapor getir ya da istifanı!" diyerek azarlar.

Raporu eline alan Menderes yıkılmıştı. Fransa Kralı Fransuva'nın yardım istediği Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu Fransa ordusunun bulaşıklarını yıkıyordu. 320 yıl dünyaya hükmetmiş ve 320 yıl da belirleyici ülkelerden biri olmuş Osmanlı Devletinin yönetici ailesi 3.sınıf otel odalarında sefalet içinde yaşadığını gören Menderes doğruca Çankaya'ya Celal Bayar'ın yanına çıkarak  "Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleriiçin af kanunu çıkaracağım” der. Bunun üzerine de Celal Bayar,

“Adnan bey sus, bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der ve Adnan Menderes de cebinden istifa mektubunu çıkararak odadan çıkar.

İstifa mektubunda bunlar yazmaktaydı;

"Cumhurbaşkanlığı makamına, Analarının ve babalarının Fransa'da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum,istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”

Celal Bayar, Adnan Menderes'i yalnızca bayanların ülkemize dönmeleri hususunda af kanununu kabul edebileceğini belirterek istifasından geri dönmeye ikna etmiştir.

16 Haziran 1952 yılında yalnızca kadın üyelerin ülkeye dönmeleri için af kanunu çıkarılmış ve Adnan Menderes'in idam fermanı masonlarca çıkarılmıştır.


27 Mayıs darbesiyle ordu yönetime el koyuyor ve ülke yönetiminde bulunanları yargılıyordu. Tabi en başta Adnan Menderes vardı. 


İdamından hemen önce Adnan Menderes

Bu görüntü bize Sultan Abdulaziz'in ölmeden önceki son görüntüsünü hatırlattı.


Soldaki adamın pozuna dikkat! Mason Nizam duruşu ile poz vermiş. Sağdaki de elini omuzuna dayamış.


Her iki liderin de masonlarca öldürüldüğünün kanıtıdır bu görüntüler. Sultan Abdülaziz sözde intihar etmiş. Önce sağ bileğini sonra da sol bileğini kesmiş. Hay Allah'ım ya böyle birşey tıbben de mümkün değil.  Öyle bi devletiz ki, kendi başbakanımızı asıyor ancak 30.000 kişinin katilini de şehit analarının ödediği vergilerle besliyoruz.

Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali Adnan Menderes'in idamını şöyle anlatıyor,


"Menderes'in idamı ertesi gün oluyor... Cellatları Üsküdar'da bir meyhaneden getiriliyor, ayılsınlar diye kahve veriyorlar... İdam öncesi Menderes:"İstirham ediyorum, yapmayın" demesine rağmen prostat muayenesi  yapılıyor.  Menderse'in boynuna geçirilen ilmiğin arkaya getirilmesi lazım, ama boynunun yan tarafına getirildiği için çok acı çekiyor ve çırpınarak can veriyor. Bu çırpınmalar sırasında ayakkabıları fırlıyor. Ayakkabıların fırlamasının sebebi de çok kilo kaybetmiş olması. Ayrıca vücudunda sigara izleri bulunuyor."


Menderes'i idam etmeden önce bir saat ile uyarıyorlardı. Bu uyarı hakkındaki yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Tabi Merhum Adnan Menderes, Osmanlı hanedanlık üyelerinin tekrar yurda dönmelerini sağlamıştı ancak aile üyeleri döndüklerinde bıraktıkları servetten geriye pek bir şey bulamadılar. Ne tesadüf ki aynı dönemde yahudiler çok büyük bir servet elde ediyorlardı. Onlardan birisi de Bernar Nahum'dur. Bernar Nahum, Lozan'ın kaldırılmasında baş aktör olan Hain Naum'un oğludur. BEKO'nun da kurucularından birisidir Bernar Nahum. BEKO`nun BE`si Bernar`dan, KO`su Koç'tan gelir ama hep arkaplanda kalmıştır.

Merhum Adnan Menderes'in idamından sonra başka hiçbir liderimiz siyonistlerin ülkemizde bu kadar rahat hareket etmesine müdahalede bulunamamıştır ta ki Turgut Özal'a kadar.



Merhum Turgut Özal

Turgut Özal'a her zaman dua ederim. Özellikle de 163. Madde'den dolayı. Nüfusunun %99'ı müslüman olan bir ülkede birkaç kişi toplanıp Allah'dan bahsetti zaman 5 yıldan yargılanıyordu. Birçok tanıdığımda bu maddeden dolayı birkaç senesini mapus damlarında çürüttü.

163’üncü madde:

"Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (...) propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırılır"

Turgut Özal'in CFR ile olan ilişkilerinden söz edilir ve hep suçlanır. Turgut Özal'i suçlayanların bir çoğu Truman Doktrininden haberi bile yoktur. Turgut Özal'in Siyonistlerle yaptığı birçok antlaşma hep Truman Doktrininin etkisini azaltması yönündeydi.


Turgut Özal döneminde Adnan Menderes döneminde olduğu gibi ülkede büyük bir kalkınma olmuştu. Yurtdışı gezilerine de yanında en az 1 Türk iş adamını götürerek, sıkı ilişkilerin ekonomiye yansımasını sağladı.
Bu ilişkilerden rahatsız olmuşlar vardı ki Turgut Özal'a uyarı mahiyetinde bir saldırı olmuştu. 1988 yılındaki saldırının görüntüleri için bkz Youtube



Bizim siyasi kurt  bu uyarının üzerine çalışmalarına daha hazla ağırlık vermeye başladı. Özellikle de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla da Kafkas pazarını neredeyse tekelimize almıştık. Bir çok alanda yenilikler yapılıyordu. Turgut Özal'in bir hedefi vardı, "Türk - İslam Birliğini" kurmaktı. İlk olarak Türk devletlerini birleştirmek ardında da bunu Orta Doğu'daki arap ülkeleriyle tamamlayıp bu birliği kurmayı planlıyordu ancak önünde büyük bir engel vardı. Terör sorunu! 1.Körfez savaşı sonrasında Kerkük ve Musul'a girilmesi konusunda Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile görüşmesinin hemen ardından, süresinin dolmasına daha varken Necip Torumtay görevinden kendi isteğiyle emekliye ayrılıyordu.

Turgut Özal kafasına koymuştu bir kere terör bitecekti. Kuzey Irak'a giderek Barzani ile görüşmüş ve “Musul ve Kerkük bizimdir. Bunu dünya biliyor, alacağız” demişti ve 10 gün sonra öldürülüyordu.

Turgut Özal ölümünden  hemen önce de Türk devletlerine bir gezi yapmıştı. Kim bilir belki de Türk birliği için anlaşmıştı ancak ne yazık ki projesini tamamlamasına izin vermediler.



Turgut Özal öldüğü gün bir çok aksilik yaşanmıştı. Mesela Hacettepe daha yakından GATA'ya götürülmüştür. Ölümünden sonra kanı hastanede bulunurken, ne hikmetse tam alınmaya gidildiğinde sakar bir hemşire kanı düşürmüştür.


Bunun gibi ne zaman birisi ülkemiz için bir çivi çakmaya kalksa eli kırılıyor. Her zaman dediğim bir söz var, "Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz!"


Oyun düşündüğünüzden çok daha büyük bir sonraki yazımızda  kararlaştırılmış son oyuna ve taşeronlarına göz atacağız.


Bu arada gelen e-maillere yoğunluktan dolayı cevap veremiyorum kusura bakmayın.

To be continued...